Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Devlet

  • Okunma : 1316

Devlet, çoğunlukla, üstünlüğü herkesçe tanınmış en başta gelen bağlılık öğesi ya da en büyük yetke (otorite), en yüksek ya da en kapsamlı siyasal kurum olarak tanımlanır. Başka bir genel tanıma göre de devlet olma kavramı, üstün, baskın gücün kararlı, değişmez, kalıcı biçimde ve belirli bir alan içinde, tek bir yetkenin elinde bulunmasıdır. Devletin yalın bir tanımının yapılması önünde iki engel vardır. Bunların birincisi, devlet kavramının oldukça geniş bağlamda, tarihin belirli bir evresinde, belirli bir siyasal yönetimi belirtmekte kullanılması ("Bizans devleti", "Papalık devletleri" gibi), dar bağlamdaysa, temelde, Rönesans sonrası Batı toplumlarına özgü bir siyasal yapılanma biçimini tanımlamak amacıyla kullanılmasıdır. İkincisiyse, devletin kimliği konusundaki tavırların, farklı siyaset felsefesi anlayışlarına bağlı olarak sistemli biçimde değişiklik göstermesidir: Sözgelimi, yalnızca doğa yasalarına ağırlık vermeyi ve doğal hakları korumayı amaç alan dar kapsamlı bir devlet anlayışını savunan Locke kökenli liberal görüş, devletin, yeryüzünde akılcı bir özgürlüğün somut gerçeklenmesi olduğunu öne süren hegelci görüşle ya da devletin, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran toplumsal sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir kurum olduğunu savunan marksçı görüşle ters düşer. Belirli bir görüşü savunan, dogmacı bir tavırla, bütün öbür görüşler dışlanıp, özgül, belirli bir devlet kuramının doğruluğu ileri sürüldükçe, devletin tanımını yapmak da o ölçüde zorlaşır. Aynı zorluk, devletin amacının ne olduğuna bir tanım getirme çabası sırasında da kendini gösterir. Benthamcı yararcı anlayış, devletin amacının çok sayıda bireyi en yüksek derecede mutlu etmek olduğunu, bu amaç peşine düşmenin, devlete yasal yetkesini verdiğini ileri sürer. Kantçı görüşse, devletin, insanların birbirine iyi niyet ve saygıyla yaklaşımına en çok olanak veren yasal bağlamı sağlamak için var olduğunu savunur.

Devletin kökeninin araştırılması, bir o kadar daha zorlukla karşılaşmak demektir: Bazı filozoflar, devletin kökeninde, insanın güvenlik ve barış isteğinin yattığını (Thomas Hobbes) öne sürerken, bazıları, devlet oluşturmanın, doğal bir toplumsallaşma süreci olduğunu vurgulayarak, devletsiz insanın ya hayvan ya da tanrı olacağı görüşünü savunmuşlardır (Aristoteles); bazı filozoflar, insandaki emeğin paylaşımı ve sınıf ekonomisi özlemi gibi iktisadi nedenler öne sürerek, gücün merkezleştirilmesini ve emeğin bir yetke tarafından pay edilmesini öne çıkarmışlardır (Edmund Burke); bu arada bazıları da, insanın ahlaksal bozukluğunun ve dünyanın batmakta oluşunun devlete olan gereksinmeyi doğurduğunu vurgulamışlardır (Aziz Augustinus). Sonuç olarak, devletin tanımını yapmada olsun, araçlarını belirleme ve kökenini saptama çabası sırasında olsun, devletin yalnızca bir olgu değil, kavramsal bir karşı-olgu olduğu, insanın belirli bir süreç içinde oluşturduğu insan yapısı bir olgu olduğu sorunu hep karşımıza çıkar. Dolayısıyla, bu noktadan yola çıkılarak, devlet kavramının en akılcı ve yansız yolunun, devlet üstüne geliştirilmiş kuramların tarihini incelemek olduğu anlaşılır.

Devletin nitelikleri: İyice gerilere gidildiğinde devlet sözcüğü, Roma hukukundaki status civilis ("yurttaşlık durumu") düşüncesiyle özdeş tutulabilir; iyice genellendiğinde, devlet, (batı dillerinde state, état, vb.= durum) gerçekten de "durum" ya da "varoluş yolu" ("insanın güçlü, sağlıklı olma durumu") anlamlarını içeri.İngilizce'deki Latince status kökenli state sözcüğü, özgül siyasal anlamda İngiltere'de, kıta Avrupa'sından oldukça geç bir tarihte, XVI. yy. dolaylarında kullanılmaya başlanmıştır; oysa Fransızca'da état ve İtalyanca'da stato sözcükleri (sözgelimi Nicolo Machiavelli'de),

1500'den kısa süre sonra siyasal anlamda kullanılmıştır. Çağdaş anlamıyla devlet deyimi, genelde egemenlik, hükümdarlık kavramına eşlik eder; hep egemenlik kavramıyla birliktedir. Devlet düşüncesi ile egemenlik düşüncesi birbiriyle sıkıca bağıntılıdır: İki kavram da, tarihsel açıdan birlikte doğarlar ve gerçek anlamlarını birlikte bulurlar. Siyaset felsefesi kavrayışlarının tamamı değilse de çoğu, egemenliğin, devletin ayırt edici niteliği, göstergesi olduğunda birleşir.

Devletin niteliklerini belirleme konusunda herhangi bir girişim, çok sayıda siyaset felsefesiyle karşılaşma anlamına gelse de, devlet gene de kavramsal ve tarihsel yönlerden, öbür siyasal yönetim yasalarından bazı nitelikleriyle ayrılır: (1) Olağanüstü merkezciliği ya da gücün içsel yoğunlaşmasıyla birlikte, ulusüstü gücü itmesi, yadsıması; (2) laik olma özelliği ya da en azından dinsel olmayan bir temeli bulunması (bu da en azından dinsel çeşitliliğe karşı hoşgörü gerektirir); (3) herkesin günü gününe alınan kararlara doğrudan katılmasından çok, yurttaşların yasal haklarını ısrarlı ve kararlı biçimde savunması; (4) koyduğu yasalara bağlılığı, vekilleri aracılığıyla yürütmeyi ve yasanın gücünün kalıcılığını sağlaması; (5) yasa yürürlüğe girdikten sonra, varolan bürokrasi mekanizması ya da mülki aşama sırası aracılığıyla, temelde halka hizmeti daha ileri götürme yolunda çaba göstermesi; son olarak da (6), gücün karar yönünü, sözgelimi kilise gibi dinsel kurumlara, loncalar gibi özel topluluklara bırakmayı reddetmesi.

Devletin egemenliği kuramı, Yeni Çağ'da Avrupa tarihinde oluştuğu varsayılan tarihsel süreci açıklar ve savunur; bu tarihsel süreç, gücün ulusaltı toplulukların ve ulusüstü kurumların elinden alınmasıdır. Devlet egemenliği, aşiret düzeni ve yasalarına, teokrasi yasalarına, zorbaca yönetime, dikta yönetimine, anarşizme (yönetimsizlik) ters düştüğü gibi, feodalizmle de ters düşer.

Devlet kavramının Eski Çağ'daki gelişmesi: Eflatun ve Aristoteles tarafından İ.Ö. IV. yy'da kuramsallaştırılan eski Yunan'ın site-devletinin çağdaş devlet kavramının öncüsü olup olmadığı, sonu gelmeyen tartışmalara yol açmıştır. Bazı siyaset felsefecileri, site-devletin, iyilik denen erdeme erişmeyi amaç alan bir topluluk olduğunu ileri sürerler ve site-devletin, devletten çok, kilise kimliğinde olduğunu vurgularlar. Bazı siyaset felsefecileriyse, ilk olarak, Aristoteles'in anaerkil ya da babaerkil düzen, kölelik düzeni ve ev ekonomisi düzeni (ekonomi) gibi öbür toplumsal etkinliklerden soyutlayarak başarılı bir biçimde tanımladığı "yönetim ve yönetilme sanatı" düşüncesini vurgularlar. Aristoteles'in, kamusal, laik ve yasal bir düzen anlamında devlet düşüncesini getiren ilk kişi olduğunu savunurlar (Aristoteles "en geniş ve kapsamlı ve ... her şeyi en genel anlamda yöneten kurum... site-devlet.... ya da bir başka deyişle siyasal birliktir" demiştir). Buna karşılık Eflatun'un Aristoteles'inki kadar kapsamlı olmayan, tanrıya özgü bir görüş genişliği taşıyan bir bilge kral tarafından yönetilme düşüncesi, belki Aristoteles'inkinden daha yenidir. Ama bazı uzmanlar, Eflatun'un Yasalar'da "gece meclisi" tarafından uygulamaya konan yasaların yönetimini, egemenliğini öne çıkarmasını ve bilge krallar kavramını bir yana bırakmasını yüceltseler de, Eflatun modern devlet kavramından uzaklaşmıştır.

Aristoteles'in site-devletinin, yoksul sınıf ile zenginler sınıfının çatışan çıkarlarını dengeleyecek, kararlılığı istikran sağlayacak geniş bir orta sınıfın varlığına dayanan bir site olması gerekiyordu. Sitenin yapısının, demokratik öğeler ile aristokrasiye özgü öğeleri bağdaştırması (burada gene karşıt çıkarları dengeleme istemi vardır), ender ve değerli malların bölüşülmesinde, site-devletin işlerine ve ortak mülke katılma oranın ölçüt alınması gerekliydi; site-devlet, yurttaşlar tarafından yönetilirken, bir yandan da onları yönetmekteydi; sonuçta, Aristoteles'e göre karma bir toplum sistemi oluşturulmalıydı. Bireysel istekleri karşılamada, eşitlik ve adalet kavramlarının yardımıyla ölçü ve ılımlılık kazanan yasal düzen egemen olmalıydı. Her şeyin üstünde, ölçü ve ılımlılık düşüncesi öne çıkıyordu. Yani Aristoteles'in kuramı, devlet konusunda çağdaş düşünceleri büyük ölçüde bir araya getirmekteydi: Aristoteles, Hobbes ve İmmanuel Kant gibi, yasal düzenin merkezciliğini vurgulamış, G.W.F. Hegel gibi, gelişmiş, yaygın bir orta sınıfın, ılımlı, kararlı bir siyaset uygulanmasına yardımcı olacağını savunmuştur. Machiavelli gibi, verili bir dizi koşulda, ideal olan ile en iyi, en doğru olan arasındaki ayırımı getirmiştir. Ama bütün bunlara karşın, Aristoteles'in 'gerçek nitelikteki her site.... kendisini, insanlar arasında iyiliği, erdemi yüreklendirmeye, teşvik etmeye adamalıdır", gerçek site, dar, sınırlı bir birlik ya da "insanların karşılıklı haklarını güvenlik altına alan bir sözleşme olmamalıdır" düşüncesi, onu çağdaş devlet kuramından uzaklaştırmıştı.

Roma da kuramda ve uygulamada devlet: Devletin kuramsal nitefilderi -aşın merkezcilik, laiklik, katılımdan çok yasal haklar, yasal düzen, bürokrasi, alt kurumların güçten yalıtılması- en kusursuz biçimiyle Roma kuramı ve uygulamasında ortaya çıkmıştır. Devletin yapısının önemli bir bölümü ile egemenlik kuramı da, büyük ölçüde Roma kökenlidir. Roma'nın özellikle İtalya içinde devlet olarak gücü, olağanüstü merkezleşmiş, dıştaki gücüyse yüzyıllarca sarsılmaz bir güç olarak kalmıştır. Roma devleti gerçek bir laik güç olmasa da, bir düzine kadar mezhebe hoşgörüyle yaklaşması, ülke içindeki uyumu büyük ölçüde artmıştır. Yurttaşlarının yasal haklarını koruma ve kollaması da büyük önem taşır: İmparatorluğun geniş bir alana yayılmış olması"devlet"in yaşamına kişisel katılmayı olanaksız kılmaktaysa da, devletin bu nitefiği sayesinde yurttaş, yasalardan beklentileri konusunda kendini güvenlik altında hissedebiliyordu. Roma'da eğitimli bir bürokrasi tarafından yürütülen devlet hizmetleri (adliye sistemi, yollar, su kaynakları, posta sistemi) çağdaş devlet yolunda atılmış adımlardır. Sonuç olarak, özgün bir siyasal yönetim ortaya konmuştur (en azından imparatorluğun kaçınılmaz askerleşmesi öncesinde). Roma, gücü, toplum içindeki topluluklara hiçbir zaman bırakmamıştır.

Roma'nın, birçok eski siyasal sistemin özellikleri arasına girmeyen yasal düzene bağlılık ilkesi, adalet sisteminin, mahkemelerin, avukatların, hukuk içtihatlarının ve hukuk davalarının önem kazanmasına yol açmıştır. Ayrıca, Roma, kendi yasalarını gene kendi temsilcileri aracılığıyla yapmış, yorumlamış ve uygulamıştır. Romalılar böylece, gerçek hukuk felsefesinin ya da hukuk biliminin de doğmasını sağlamışlardır. İus naturale (doğal yasalar), İus civilis (yurttaşlık yasası) ve İus gentium ('uluslar yasası") arasındaki aynm, büyük ölçüde Romalıların buluşudur. Ama bu kavramların içerikleri, kuşkusuz, zaman içinde değişikliğe uğramıştır: Romalılara göre İus naturale, aklın, sağduyunun ve geleneğin yasası anlamı taşır; oysa sonraki hıristiyan filozoflarından Aquinolu Tommaso'ya göre doğal yasalar, insan aklının yalnızca vahiy sayesinde kavrayabildiği tanrısal yasaların bir bölümüdürler. Bununla birlikte, doğallık, doğal olma kavramı, devletin görevlerinin ne olduğunu belirtmek için de kullanılır ( kullanılmıştır da). Egemenliğin, hukuk düzeni ve yasalar aracılığıyla dile getirilmesi (bu da büyük ölçüde Romalılara özgü bir düşüncedir), daha sonra ortaya konan devlet egemenliği kuramları için belirleyici nitelik taşır.

Orta Çağ'da, kuramda ve uygulamada devlet:Roma İmparatorluğu'nun çöküşü, Batı'da devlet yönetiminin de hızla güdükleşmesine ve sonuç olarak feodal parçalanmaya yol açmıştır. Dünyasal gücün her zaman tanrısal gücün altında yer aldığı görüşünü taşıyan kilise, hiçbir zaman tam anlamıyla devletin yerini alamamıştır. De Monarchia (Monarşi Üstüne, 1308) adlı yapıtında Dante Alighieri, Respublica Christiana ("Hıristiyanlık Cumhuriyeti") öğretisini açıklamıştır. Buna göre "Hıristiyanlık Cumhuriyeti", yetkisini kuşku götürmez bir biçimde vârisi olduğu Roma imparatoru Augustus'tan alan, cismani Kutsal Roma-Germen imparatoru ile Aziz Petrus'un doğal vârisi olan ruhani papa tarafından ortaklaşa yönetilir; her iki yetke (otorite) de uyum içinde (ancak farklı alanlarda) çalışarak, barış ve uyumu sağlarlar. Dante'nin çabası, iki Roma'yı (Roma kilisesi ile Roma devleti) da içermeyi amaç alan olağanüstü bir kuramsal çabadır.Orta Çağ'daki parçalanmayı ve bu dönemde siyasetin gözden düşmesini belki daha iyi yansıtan bir düşünür de Aziz Augustinus'tur. Civitate Dei (Tanrının Kenti, 413-26) adlı yapıtında, Roma devletinin görkeminin doruğundayken, bütünlüğünü kıyıma ve kan dökmeye borçlu olduğunu, adaleti sağlamak yolundaki içtenlikli çabasında da, hem masumu, hem de suçsuzu işkenceden geçiren iyi niyetli, ancak cahil bir yargıç gibi davrandığını vurgulamıştır. Aziz Augustinus'a göre, bu ölümcül devletin düşkünlüğü, ister istemiz hukuk düzeniyle sınırlanmış, bu da adalette yaralar açmıştır; bu çaresizlik, ancak "Gökyüzü kenti"nde son bulabilir.

Alabildiğine farklı alanlarda da olsa, devletin iç ve dış egemenliği kavramları, Batı'da Orta Çağ'ın son döneminde, XIV. yy'ın başlarında az da olsa yeniden canlılık kazanmaya başladı. Fransa'da monarşi, çoğunlukla papalık tarafından desteklenen Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'ndan cismani bağımsızlığını ilan etti. Siyaset felsefesinde Aristoteles öğretisinin yeniden keşfi dünyasal yönetimin geçerliliğini artırdı ve Augustinus'un, "siyasetin ilk günahın bir sonucu olduğu" ve "Gökyüzü kentinin dünyadaki vekilinin işbaşına geçmesi gerektiği" görüşünü zayıflattı.

Aristoteles'in siyasetle ilgili düşünceleri, Padovalı Marsilius'un Barışın Savunucusu (1324) adlı yapıtında bütünüyle yeniden gün ışığına çıkarıldı; yazar, Aristoteles'in Politika'sını her yönden benimseyip olduğu gibi aktarırken, siyasette laikliği ya da sivil iktidarı bütünüyle saygın bir kurum sayıyordu. XIV. yy'da, devlet egemenliğinin kuram ve uygulaması için bütün koşullar, yeniden oluşmuştu.

Egemen güç doktrini ile bu gücün devletler tarafından kullanılması, yalnızca Eski Çağ'ın yeniden keşfedilmesi ve papalık ile Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'ndan bir kaçış olarak değil, bireyin özgürlüğü olarak da görülmelidir; ayrıca bütün ulusların, Orta Çağ'da, birey ile sivil yetke arasına giren, çağdışı kalmış özel yasalar (ayrıcalıklar) ve yetkilerden kurtulması sayılmalıdır. Gerçekten de Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılması ve bunun sonucunda ortaya çıkan 800 yıllık güvensizlik, birey ile, Orta Çağ'ın kararlı merkezî yetkesi arasında, birçok siyasal yetkenin de ortaya çıkmasına yol açmış, belirli büyüklüklerdeki toprak parçaları üstünde barışı sağlamaya ve bu alanı denetim altında tutmaya gücü yeten her kişi bir derebeyi olmuştur. Bu beyler mülkiyetlerindeki topraklarda yaşayanları savunarak ya da en üst yetkeye (kral) feodal bağlılık andı içerek, korumaları altındaki bireyler üstünde siyasal denetim de sağlamışlardır. Böylece, toprak sahibinin (feodal beyin) özel yetkileri, kamusal yetke yönünde genişlemiştir. Her düzeyde, kamu ahlâkı, kültürün ve eğitimin sağlanması gibi bütün konularda, yok olan Roma devletinin yerini alan kilise de, olağanüstü bir kamusal yetke kazanmıştır. Herhangi özel bir ülke içinde, laik yetke ile kilise yetkesinin doruk noktalarında "evrensel" yetkililer olan imparator ve papa yer almıştır. Siyasal birimlerdeki olağanüstü çeşitlenme (feodal monarşiler, baronluklar, kontluklar, özgür kentler, kilise prenslikleri) da, Orta Çağ'daki siyasal bölümlenmeyi artırmıştır; ama bütün bu siyasal yapılanma biçimleri, doruğunda imparatorluk ve papalığın yer aldığı geniş bir aşama sırası düzeninin birer basamağı olarak ele alınmalıdır.

Egemen devlet öğretisi, kamu yasaları gibi işleyen bireysel haklar sistemini yıkarak, özgürleştirici bir etken gibi işlev görmüştür. Üstün siyasal güç kavramının gelişmesi feodal soyluların, piskoposların, esnaf loncalarının çeşitli baskılarından kurtulmak için en iyi yol olmuştur. Reform süreci ertesinde, egemen devlet doktrini laik bir birleştirici nokta olarak, özellikle ilgi görmüş, bu özelliğinden ötürü de, din savaşlarına son verecek yeni, dinsel olmayan bir toplumsal birlik ilkesi sayılmıştır.

XVI.yy'da, iç egemenlik öğretisi gün geçtikçe öne çıkmaya başlamış, o tarihe kadar evrensel egemenlik ilkesi ağır basarken, evrensel yetkeler düşüncesi artık inanılır olmaktan çıkmıştır. Reform hareketi, bir yandan papanın evrensel yetkisine son verirken bir yandan da imparatorun evrensel saygınlığı mirasına ağır bir darbe indirmiştir.

Not: Aziz Augustinus, hıristiyan tarih felsefesini ve siyasal kuramını Tanrı Sitesi (413-26) adlı yapıtında ortaya koymuş, insanlık tarihini, iki gizemci site, yani Tanrı sitesi (Tanrı esenliğine orada kavuşulur) ile yeryüzü sitesi (lanetliler sitesi) arasındaki savaşım olarak yorumlamıştır.

Modern devlet: Nicolo Machiavelli (1469-1527), genellikle ilk modern siyaset filozofu, bazı uzmanlar tarafından da ilk siyaset bilimcisi sayılır. Aynı zamanda egemen devlet sorunsalının ilk çağdaş kuramcısı olmuştur. Gerçekten, siyasetin kendine özgü yasaları bulunduğunu ilk vurgulayan, Machiavelli'dir. Ayrıca, evrensel yetkelerin (özelliklede papalığın) güçsüzlüğünü de kanıtlamıştır. Ancak, siyasal yönetim, siyasal düzen anlayışı, son derece kişicidir. Machiavelli, yasalar, bürokrasi ve merkezleşme kavramından çok, Romulus ve Cesare Borgia gibi kişilikler üstünde durmuştur.Ayrıca, çağdaş devletin nitelikleri olan laiklik ve karşı evrensellik kavramlarını gündeme getirmekle birlikte, daha ileri gitmemiştir. Gerçekte, kişisel yeteneğin yaratıcı kullanımı anlayışı, Hobbes ya da Hegel'in ağırbaşlı, ciddi yaklaşımlarından çok, Floransa Rönesansı'na yakındır. Sözgelimi Hegel gibi gerçek bir devletçi, bir hükümdarın hiç de olağanüstü kişisel nitelikler taşımasına gerek bulunmadığını çünkü yasalarla ve bürokrasiyle yönetilen akılcı devletin, kendi kendine yeterli olduğunu savunur.

Egemen devlet kuramının herkesçe bilinen ilk siyaset bilimcisi Fransız Jean Bodin'dir.Bodin, devleti" herkese ve yönetimi altındaki her kişiye yasalar veren, ancak onlardan hiçbir şey almayan" yetkin güç olarak tanımlamıştır; devlet, yasa koyucu kamusal yetkelerden yalnızca biri değil, yüce yasa koyucudur. Bodin'e göre, hükümdar egemen güç yasalarının yaratıcısı olduğundan, pozitif ya da sivil yasaların üstünde olmasına karşılık, tanrısal ve doğal yasalara da bağımlı olmalıdır; egemen devlet, ülkesinin temel yasalarına olduğu gibi, uyruklarının mülkiyet haklarınada saygı göstermelidir. Kısacası, egemen devlet, en yüce ve son yetke olduğu kadar da, yasa koyucudur; ancak keyfî ve kaprisli bir yasa koyucu değildir; Bodin'e göre mutlakıyetçilik ile keyfilik arasında temel bir ayırım vardır; Louis XlV'ün kişiselci "L'État c'est moi" ("Devlet benim") sözünü hiç önemsemeyen Bodin, bu anlamda, mutlak bir siyasal güç kavramına varan ilk kişidir; devlet kuramında her ne kadar Orta Çağ'a özgü lonca nitelikli öğelere yer vermiş olsa da, bunları egemenliğe bağımlı kılmış, böylece, özel yetkilerin kamu yasalarının yerini almasını önlemiştir.

Bodin, yalnızca iç egemenlik kavramını geliştirmekle kalmamış, Respublica Christiana'nın ("Hıristiyan Cumhuriyeti") varlığını da yadsımıştır: "Roma imparatorlarının, dünyanın üçte birine hükmetmediği ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun bütün Roma İmparatorluğu topraklarının onda birini oluşturmadığı günden beri, evrensel siyasal yetke diye bir şey yoktur'. Bodin'e göre devletler, dışarda bağımsız, içteyse en üst kurumdur. Bodin ayrıca, Roma İus gentium'unun, uluslararası ilişkilerin temelini oluşturması gerektiği anlayışına da karşı çıkmış ve egemen devletler arasında uluslararası antlaşmalar yoluyla karşılıklı alışveriş kuramını getirmiştir.

Thomas Hobbes da, büyük bir yıkıma yol açan Ingiltere İç Savaşı (1642-48) deneyiminin ardından, iç ve dış egemenlik öğretisini en uç noktasına ulaştırmıştır. Hobbes'un hükümdarı ("Leviathan" diye adlandırıyordu), "toplum sözleşmesi" sayesinde uyruklarının bütün doğal haklarını kendinde toplar; onların savunmasını, korunmasını üstüne alır; ayrıca, tam anlamıyla mutlak bir yasa koyucudur. Sonuç olarak Hobbes'un hükümdarı yalnızca pozitif yasaların yaratıcısı değil, doğruluk -yanlışlık ölçütlerinin, din dışı- dinsel öğretilerin, dahası, bir ölçüde kamuoyu yaratıcısıdır. Ayrıca, Hobbes'a göre devlet, ahlâk yasalarının yanı sıra toplum yasalarını da koyduğu ve insanların varlıklarını sürdürebilmeleri için onlara uymasını sağladığı gibi, bütün hukuk düzeni yalnızca kapalı, tekil devlet sistemleri içinde varlık bulmaktadır; bu devletler arasındaki ahlâksal ve yasal boşluğu dolduran ilişkiler, toplum sözleşmesi öncesi dönemde insanlar arasındaki ilişkilere benzetilebilir. Üstün, yüce devletin gerçek anlamda doğuşu, sonuç olarak, Ortaçağ'ın doğal yasası ile Roma'nın İus gentium'u bir yana bırakılırsa, öbür benzer devletlerle çatışma olasılığını da içerir. Hobbesçulara göre, devletleri, insanları gerçek (pozitif) yasalara bağımlı kılarken, "doğal devletler" kapsamına sokan iç egemenlik öğretisi, mantıksal bir çıkarımla, dış egemenliğin doğmasını da sağlar. Sonuç olarak devletler bağımsızdırlar: Yalnızca; kendi iradeleri doğrultusunda sözleşmelerle başka devletlere bağlanabilirier (tıpkı bireyin, sözleşmelerle bir devlete bağımlı olduğu gibi). Bu aşamada, çağdaş uluslararası ilişkiler kavramı (Pax Romana'da ["Roma Barışı", İ.Ö. 31-İ.S. 80] ya da Respublica Christiana'da düşünülmeyecek bir şeydi bu) doğmuş, artık, herkesçe tanınan siyasal birlik, birim devlet olmuş, devletler arası ilişkiler de antlaşmalarla süregiden ilişkiler biçimini almıştır.

Devlet egemenliği kavramının doğuşunun, Avrupa siyasal düşüncesi üstünde kalıcı etkisi olmuş, zaman içinde, kilise ile özel yasaları ve yetkileri devre dışı bırakılmıştır. Bunun sonucunda, Fransız Devrimi'nde doruğa varan, daha çoşkulu bir Orta Çağ karşıtı düşünce doğmuş, birey ile devletin arasına giren lonca özellikli öğeler ya kaldırılmış ya da pozitif yasalara bağlı kılınmıştır. Bu süreç Kant'ın bildirgesine (1797) de yansımıştır (bildirgede, tek doğal siyasal ilişkinin tekil bireyler ile devletler arasında varolduğu ortaya konur). Gene bu aşamada, Ortaçağ ın küçük topluluklardan oluşan toplum düşüncesi de genellikle bir yana bırakılmıştır.

Hobbes'tan sonra en büyük "devletçi", G.W.F. Hegel'dir. Hegel'e göre çağdaş devlet, "yeryüzündeki akıl" , "aklın en yüce hiyeroglifi", "akılcı özgürlüğün somut gerçeklenişi'dir.

Hegelci devlet yansız sivil hizmetlilerinin yasa tasarlayıcı işleviyle dengelenen ılımlı bir monarşi devlettir; en üstte yer alan temel denge öğesi, bireylerin, kendi iradeleriyle akılcı, özgür bir kurumun üyeleri olmaktan özel bir mutluluk, öznel bir doyum duyacakları yolundaki hegelci anlayıştır; söz konusu özgür kurum, felsefe, sanat ve dindeki içkin mutluluk değerlerinin sürdürülmesini güvenlik altına alacaktır.

Not: İlk çağdaş siyaset felsefecisi sayıları Nicolo Machiavelli, Hükümdar (1513) ve Livius'un İlk On Kitabı Üstüne Konuşmalar (1513-21) adlı yapıtlarında dile getirdiği hükümet kuramlarıyla ünlüdür.

Sınırlı devlet: Egemen gücün bu kusursuz yoğunlaşması, aslında devlet olmanın ilk ve öncelikli niteliği olsa da, temel niteliği değildir. Bazı devlet kuramcılarının devlete sınırlama getirmeyi düşünmüş (sözgelimi, Bodin'in doğal yasalarla, Hobbes'un, doğal haklarla, Hegel'in öznel mutlulukla getirmek istediği gibi) olmalarına karşılık, başka birtakım kuramcılar, daha güçlü sınırlamalar tasarlamışlardır.

Hobbes'un hemen ardından, onun İngiltere'deki en ünlü izleyicisi John Locke, devlet ve egemenlik deyimlerini kullanmaktan dikkatle kaçınmıştır. İktidar olmayı, iradeli bir kabullenme, yönetilenlerin iradesiyle başa getirilen ve görevi Tanrı vergisi doğal yasaları uygulamak, insanın öbür insanlarla ortak emeğinin sonucu elde edilmiş doğal mülkiyet haklarını koruyan yansız bir yargıcın yönetimi olarak gören Locke'un devlet düşüncesi, olabildiğince sınırlanmıştır. Geri kalan cılız devlet kuramı, üstelik yasa yapıcı niteliğinin temsili nitelikte (dolayısıyla da halkın denetimine açık) olmasıyla, ayrıca gene Lock'un düşüncesi olan, devrim yapma hakkıyla, ikinci bir kez sınırlanmıştır. Lock'a göre devrim yapma hakkı, doğal yasa ve hakları korumayan iktidarı devirmek için halk tarafından kullanılan bir haktır. Sonuç olarak, Locke'ta, devlet ile geniş anlamıyla toplum olarak adlandırılabilecek şey arasında bir denge kurulmuştur; genelde liberal devlet anlayışını biçimlendiren de, bu dengedir.

Devlet-toplum dengesinin en ünlü savunucularından biri de Baron Charles de Montesquieu'dür. Montesquieu, devletin ölçülü, ılımlı,dengeli bir nitelik kazanması ve despotluktan uzaklaşması için, merkezî gücün devlet içinde egemen olmasını ve zaman zaman devletin, parlamentolar gibi, bölgesel soylular gibi, Kilise gibi ana güç odakları aracılığıyla denetlenmesini öngörmüştür. Montesquieu'ye göre, yürütme, yasama ve yargı güçleri farklı biçimde yapılandığı ve birbirlerinden tam anlamıyla bağımsız oldukları zaman, iktidar kendi kendini denetleyebilir; denetim ve dengeler de böyiece, Eski Çağ cumhuriyetleriyle birlikte silinmiş olan yurttaş erdeminin yerini alır.

Locke, devlete, doğal yasa ve hakları korumak amacıyla, Montesquieu'yse, dengeyi, ılımlılığı ve özgürlüğü korumak amacıyla sınırlama getirmek isterken, Jeremy Bentham gibi yararcılarsa, devlet gücünün kapsamını başka nedenlerle sınırlamaya yönelmişlerdir.

Bentham'a göre, devletin aldığı genel önlemler, bireylerin her birinin özel zevklerini, kişisel hoşnutluğu en yüksek ölçüde sağlamadığından ve sağlayamayacağından, devletin görevi de o ölçüde zorlaşacaktır. Bu, Bentham'ın devlete sınırlama getirmesine yeterli bir nedendir. Benthamcı devlet, cinayet, hırsızlık gibi acıları denetlemekle görevlidir. Bentham'ın çağdaşı bazı filozoflar, devletin kapsamını çok değişik alanlarda sınırlandırmakta daha da öteye gitmişler, sözgelimi arztalep gibi ekonomik yasaların, bir görünmez elmişçesine, toplumu yarı-otomatik biçimde yönettiği yargısına varmışlardır: Adam Smith ve bazı Fransız fizyokratları da, devlet olgusunun neredeyse ortadan kalktığı bu görüşe hiç de uzak değillerdir.

Alexis de Toqueville ve John Stuart Mili gibi XIX. yy. liberalleri, devletin sınırlanması konusunda daha da farklı nedenler getirmişler, Fransız Devrimi'ni ve sanayi devrimini izleyen siyaset ve devletteki demokratikleşmenin, yeni gündeme gelen kamuoyu etkisiyle birleşince, bu kez bir "çoğunluk zorbalığı"na yol açabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu durum, tarihteki, daha önce zorbalık yönetimlerinden de kötü olur; çünkü (Mill'in deyişiyle) "zorbanın bu kez toplumun kendisi" olduğu bu yeni zorbalıktan "kaçış, kurtuluş yolu azdır". Bu görüş Toqueville'i de, Mill'i de, yeni bir aristokrasi biçimi önerisine yöneltmiştir (bu, feodal bir aristokrasi değil, sözgelimi Mill'e göre, "düşüncenin en yüce doruklarında taht kuracak" bir önderlikti). Bu görüşe göre, yeni demokratikleşmiş halk, potansiyel bir tehlike oluşturacağından halkın, kamunun gücü de sınırlanmalıdır.

Not: Modern felsefenin önde gelen adlarından Georg Wilhelm Friedrich Hegel, modern devletin en büyük kuramcısıdır. Hegel, devleti akılcı bilincin doruğu ve çıkarlarını devletin bütünlüğü içinde yoğuran bireyin düzenli gelişmesinin damgasını vurduğu bir sistem olarak görmüştür.

Devletin yokoluşu: Marksçılık, çoğulculuk, siyaset bilim: Öncekilerden daha da köktenci olan XIX. yy. kuramcıları için, devleti sınırlayıcı anlayış, bir düş kırıklığından öteye gidememişti; XIX. yy. kuramcılarının asıl yapmaları gereken devleti sınırlamak değil saf dışı bırakmaktı. Söz gelimi, Karl Marx'a göre devlet burjuvazinin iktidarını ayakta tutmaya yarayan bir şirket, bir trösttür. Marx'a göre devlet mekanizması, insanlar arasında eşitliği gerçekleştirmek ya da doğal yasa ve hakları korumak için değil, körlenmiş, feodal üretim biçimlerinin yıkılmasını kolaylaştırmak için ortaya çıkmış ve sonuç olarak da, geçimini zor sağlayacağı ücretlerle işçi sınıfını ezerken, bir yandan da sermayenin gün geçtikçe daha çok kâr sağlayıp güçlenmesine yol açmıştır. Marx devleti bir toplumun ekonomik alt yapısının bir gölge olgusu ya da "yansısı" olarak görür. Ona göre, devlet, sınırlandırılmak ya da reformlar geçirmek yerine, "tarihin çöplüğüne atılmalıdır." Devlete karşı tavır alanlar yalnızca marksçılar değildir. Bir kantçı liberal olan Ernst Cassirer'e göre devlet, "mithosu" tek elde toplamış, yoğunlaşmış güce tapınmaya kadar götürmüştür; bunun varacağı son noktaysa, faşizmdir. Cassirer, bundan ne Machiavelli'yi, ne Hobbes'u, ne de Hegel'i tümüyle sorumlu tutmuş, ama devlet egemenliği öğretilerinin kaçınılmaz bir biçimde ve kolayca yozlaşmaya mahkûm olduğunu savunmuştur. John N. Figgis (1866-1919 gibi çoğulcularsa, devlet egemenliği kavramının saygı gösterilen bir boş inançlar, Tudorcu iddiaların kalıntısı b r kutsal emanet olmaktan öteye gitmediğini, sosyal yaşamınsa bir "topluluklar dizisi" olduğunu, bunların her berinin kendi yaşantısı bulunduğunu, kısacası devletin güvencesi altında olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Olağanüstü etkili bir çağdaş siyaset bilimci olan Arthur Bentley (1870-1957), devlet düşüncesinin, "geçmişin zihin oyunları arasında... en başta gelenlerden olsa da", devletin, yetkiyi elinde tutan gücün bir çeşit "billurlaşması olduğu düşüncesinin doğruluktan uzak bulunduğunu tam anlamıyla gerçek olmadığını vurgulamıştır. Bentley'e göre siyaset bazı çıkar gruplarının, halkın öbür kesimi ile öbür grupların davranışlarını belirlemeye kalkışmalarıdır . Gruplardan biri iktidar aygıtını ele geçirdiğinde, söz konusu olan artık bu grubun çıkarlarıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası hukuk kuramcılarının belki de en önemlilerinden olan H.L.A. Hart'a göre, siyaset düşüncesini devletle başlatmak akılcı değildir: Siyasal düşünceyi en azından gönüllü birliklerle, kuruluşlarla ya da uluslararası cemaat olgusuyla başlatmak, ondan sonra da, bunların, yerini nasıl devlete bıraktığını sorunsallaştırmak gerekir.

Gruplar, çıkarlar ve süreçlerle ilgili yakın dönem siyaset bilimi, devlet ve egemenlik kavramlarının önem -ni yitirmesine, aşınmasına neden olmuştur. Devlet, günümüzde siyaset araştırmalarının odağı olmaktan çıkmıştır. Devlete büyük ölçüde sempatiyle bakan çağdaş toplumbilimcilerde (söz gelimi Max Weber) bile, devleti yalnızca bir akılcı bürokrasiye indirgeme eğilim görülür. Bunun dışında, özellikle Weber'e göre, devlet kavramı siyasal gerçekliğin ancak bir ölçüde yaklaşabileceği ideal bir yapıdır. Bu formülde devlet, somutluğunu büyük ölçüde yitirmiştir.

Bununla birlikte, güvenilir, sağlam devlet kuramlarının altın çağı Hobbes'tan Hegel'e uzanan dönemidir. Kamuoyu, ister XIX. yy. hukuk kuramcısı Johnn K. Bluntschli'nin siyasal arayışın, "ilgi alanı devlet olan bilim" olduğu düşüncesini kabullensin, ister Bertrand da Jouvenel'in (1903-87) siyaseti, tehlikeli bir "mutlak, sonsuz, sürekli" devlet gücüne indirgemenin bütünüyle yanlış olduğu savının yanında yer alsın, günümüzde durum Hobbes ya da Hegel dönemindeki kadar açık değildir. Çağdaş devletlerin temel direği, çağdaş insanın çoğunlukla paylaştığı, Frederick Watkins'in (1910-72) güzel tanımında biçimlenen olgudur: "Çağdaş uygarlığın temel yapısı, kaçınılmaz bir biçimde, egemen devletin bütünleştirici etkinlikleriyle güvence altına alınan tepeden inme, emrivaki huzur ve barış koşullarının bulunmamasında toplanır."