Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Dil bilim

  • Okunma : 1218

Dil bilim, Dili inceleyen bilim dalı. Dilbilimin konusu, birtakım yan alanlara sapılmaksızın, yalnızca insan dili olgusunun incelenmesidir. Yerleşik bir kanı da, dil bilimin, yalnızca, dillerin tarihini ve kökenini inceleyen bir bilim dalı olduğudur. Bu iki konu, her ne kadar, dil bilimin önemli bir dalını oluşturursa da, alanı yalnızca bu ikisiyle de sınırlı kalmaz. Ayrıca birçok dil bilimci, yabancı dilleri inceler ve çoğunlukla, yabancı dil öğretim araçlarının ve yöntemlerinin geliştirilmesine katkıda bulunurlar. Ancak bu gibi etkinlikler de dil bilim demek değildir. Yabancı dillerin en iyi biçimde öğrenilmesi, kavranılması ve bunların öğretilme yöntemlerinin geliştirilmesi, uygulamalı dil bilimin alanına girer ve dil bilim çözümleme ve araştırmalarının birer alt-ürünüdür.

Dilin kavranmasında örtük ve açık bilgi: Yabancı dillerin kavranmasında tam bir yeterlilik elde edilmesi, dil bilimin gereçlerinden birini oluşturur ama, bu, son derece kullanışlı ve önemli bir gereç de olsa, yalnızca bir gereçtir; bir son ya da bir amaç değildir. Asıl sözü edilmesi gereken ayırım, dille ilgi örtülü ya da açık bilgidir. Dili konuşma yeterliliği gösteren kişinin, dille ilgili örtük, belirginleşmemiş bir bilgisi vardır; oysa dil bilimci, dille ilgili açık, kesin bir bilgilenmenin yollarını arar. Dille ilgili örtük bilgi dili konuşmakta, anlamakta, okumakta ve yazmakta, kısacası, özellikleri bilinçli olarak anlaşılmış olsun ya da olmasın, dili ustaca kullanmada dile gelir. Dille ilgili açık bilgilenmeyse, dilin özelliklerinin bilinçli olarak kavranılmasını konu alır.

Geleneksel dilbilgisi: Batı'da, dil konusudaki tartışmalar, eski Yunanlılarla başlamıştır. Eflatun gibi Eskiçağ filozoflarının çabaları, her ne kadar, Yunanca sözcüklere yüzlerce gerçek dışı köken, etimoloji bulmaktan öteye gitmemiş de olsa, daha İ.Ö. I. yy'da dilbilgici Trakyalı Dionysios, ilk kez geniş ölçüde,eski Yunanca'nın yapısını ve özelliklerini temel alarak, gelişmiş bir sistem (sonradan "geleneksel dilbilgisi" diye adlandırılmıştır) üstünde çalışmıştır. Romalı Aelius Donatus ve Priscianus (İ.S. VII. yy.) da bu sistemi kendi dilleri Latince'ye kolayca uygulamışlardır: Eski Yunanca da, Latince de, Hint-Avrupa dilleri ailesindendirler ve yapıları aynıdır.

Geleneksel dilbilgisinin yarattığı zorİuklar, Latince'den, İtalyanca, Fransızca ve İspanyolca gibi Roman dillerinin türedikleri döneme kadar, yani yüzyıllar boyunca tam olarak anlaşılamamıştır. Ama türeyen bu yeni dillerin Latince'den çok büyük ölçüde farklı olmaİarı nedeniyle, geleneksel dilbilgisinin neredeyse kutsal sayılan ve hiç el sürülmeyen alışılmış çözümlemelerinin, hiçbir geçerliliği kalmamıştır. Öte yandan Latince'nin yüksek bir kültür dili olarak saygı görmesi, ondan türeyen Roman dillerinin, klasik Latince'nin yozlaşmış, bozulmuş bir biçimini oluşturduğu gibi yanlış bir yargıya varılmasına da neden olmuştur. O dönemin bilim adamları, bu varsayılan yozlaşmanın, Latince'nin temelini oluşturan klasik, arkaik dil biçimlerine, kalıplarına bilinçli bir biçimde sadık kalma yoluyla üstesinden gelinebileceğini ileri sürüyorlar, eski biçim ve kalıpların daha kusursuz ve arı olduğuna inanıyorlardı. Bu temelden hatalı görüş (buna göre, dildeki değişme dilin kendi iç kurallarından değil, yozlaştırıcı nedenlerden kaynaklanmaktaydı; bundan ötürü de, halk dili, olağan gelişme sürecinden uzak tutulmalıydı) "kuralcı dil bilim" diye adlandırılmıştır.

Rönesans'la, XV. yy'la birlikte ticaret ve keşiflerdeki patlamayla, Avrupa'ya eski Yunanca'yla ve Latince'yle hiçbir ilintisi olmayan, dahası, bu dillerden neredeyse bütünüyle farklı dillerin var olduğuna ilişkin bilgiler de ulaşmaya başladı. Geleneksel dilbilgisi, bu yeni, "egzotik’ dilleri açıklamaya, doğal olarak elverişli değildi. Dilin özelliklerini kavramaktaki eski ölçütlerle, yeni keşfedilen dillerin karşı karşıya gelmesinin, çatışmasının olumlu sonuçlarından biri de, bütün dillerin ortak özelliklerini belirleme (özellikle evrensel mantık kurallarına başvurmakla) konusunda bir felsefi eğilimin gelişmesi oldu. Söz konusu akım, XVII. yy'ın genel dilbilgileriyle doruğa ulaştı.

Çağdaş dil bilimin doğuşu: XVIII. yy. boyunca, Hindistan'daki İngiliz sömürgeciliği, eski bir din, felsefe ve edebiyat dili olan Sanskrit dilinin varlığını keşfetti. Hindistan yarımadasında Sanskrit dili, eskiden hıristiyanlığın başlangıç dönemi Avrupa'sında Latince'nin önemini, saygınlığını, ayrıcalığını taşımaktaydı.

Dilbilimciler, Sanskrit dilinin, eski Yunanca ve Latince'yle ilgi çekici bir benzerlik gösterdiğini kavramakta gecikmediler; bu benzerlik yalnızca biçimsel yönden ya da sözcükler yönünden (söz gelimi mata= "ana" ve asti="dır, dir", eski Yunanca'daki "meter" ve "esti"ye, Latince'deki, "mater" ve "est"e çok yakındı) değil, dilin morfolojisinin, sözcük yapısının ve söz diziminin (sentaks) düzenlenmesi yönünden de geçerliydi. Sanskrit dili de, ortaya çıktığı bölgede,üç bin yıl geriye giden dilbilgisi araştırmalarına (bunların en önemlisi Panini'nin yapıtıdır) konu olmuştur. Hintli dilcilerin dilé yaklaşımıysa, gerek felsefi yoğunluğu, gerek çözümlemelerdeki kusursuzluğuyla, Batı'nın geleneksel dilbilgisini kat kat aşıyordu.

Panini'nin Sanskritçe dilbilgisinin sağlamlığı, kesinliği, doğruluğu, Avrupalı bilim adamlarını, sonradan Sanskrit dilinin eski Yunanca ve Latince'yle kuşku götürmeyen benzerliği konusunda araştırmaya yöneltecek bir düşünce ve mantık modeli oluşturdu. Geriye doğru bakıldığında, çağdaş dil bilimciler, bu benzeşmenin anahtarının, Avrupalı ilk büyük Sanskrit dili uzmanı Sir William Jones tarafından kuramlaştırdığı konusunda birleşmektedirler; Jones, 1786'da, Sanskrit dili, eski Yunanca ve Latince'nin, "belki de artık varlığını yitirmiş bulunan belirli bir ortak kökten kaynaklandığım" varsaymıştır.

Jones'un bulguları, düşünceleri, XIX. yy. başlarında çağdaş dil bilimin doğmasıyla sonuçlandı. Sonraki 100 yıl boyunca, dil bilimcilerin ilgi odağı öncelikle tarihsel ve karşılaştırmalı dil bilim oldu; Sanskrit dilinin, eski Yunanca'nın ve Latince'nin, Germen dillerinin, Kelt dillerinin ve varlığını belirledikleri başka bazı Hint-Avrupa dillerinin evrimini ve karşılıklı ilişkilerini araştırdılar. Başta Ural-Altay dil ailesi, öbür dil aileleri de incelemelere konu oldu; ne var ki, tarihsel dil bilimin Avrupa'dan ötelere yayılması ancak XX. yy'da başladı.

Eş süremli dil bilim: XIX. yy'ın sonuna doğru dil bilimciler dikkatlerini, dilin düzenlenmesinin ve işlevlerinin, tarihsel olmayan yönlerine çevirmeye başladılar. Dili, kendi özgeçmişinden, tarihinden bağımsız olarak, var oluşunun belirli bir döneminde, işlevini sürdüren bir nesne olarak inceleme yollarını, yöntemlerini geliştirdiler. Dile bu tarihsel olmayan yaklaşımın açık ve ayrıntılı bir sergilenmesiyse, ancak İsviçreli dil bilimci Ferdinand de Saussure'ün Genel Dil Bilim Derslerinin (Cours de Linguistique Générale, 1916) ölümünden sonra öğrenciler ve arkadaşları tarafından yayınlanmasıyla gerçekleşti. Dile bu yeni ve yetkin bakış, tarihsel ya da artsüremli (diyakronik) dil bilimle arasındaki farkı belirtmek için, eşzamanlı ya da eş süremli (senkronik) dil bilim diye nitelendirildi. Dil bilimsel araştırmada rakip yöntemler olmak bir yana, birbirlerini tamamlayan yöntemler olarak ortaya çıkan çözümlemedeki bu iki farklı bakış açısının bilim adamları tarafından benimsenmesi, dil bilimin temelini oluşturdu.

Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yirmi yıl içinde, dil bilim,'gerek Avrupa'da, gerek ABD'de hızla gelişti; bilim dünyası, önemini kabul etmekle birlikte, eşsüremli dil bilime gereken dikkati yöneltmedi. Avrupa'da Cenevre dil bilim okulu, Saussure'ün öncü çalışmalarını sürdürdü; Danimarka'da, Otto Jespersen ve Louis Hjelmslev'in, İngiltere'de J.R. Firth, vb. bilim adamlarının katkılarıyla, önemli dil bilim odakları oluştu. 1920 - 1930 yıllarında, Avrupa'daki en önemli dil bilim akımı, Roman Jakobson, Nikolay Trubetzkoy, vb. dil bilimcilerin öncülüğûnü yaptıkları Çekoslovakya Prag Çevresi (ya da okulu) oldu.

Davranışçılık: Eş süremli dil bilim, 1920 yıllarında ABD'de derinlemesine bir gelişme ve yayılma gösterdi. ABD'li bilim adamlarının dil bilime ilgisini, son derece çeşitli Amerika Kızılderilileri dillerinin inceleme ve çözümleme çalışmaları yöneltti. Özellikle oluşma döneminde, ABD dil bilimi, toplumsal antropolojiyle sıkı bir ilişki içinde gelişti: Franz Boas, Edward Sapir, Alfred L. Kroeber, vb. bilim adamları, dil bilimci oldukları kadar da, antropologdular. Bununla birlikte, 1930 yıllarının başlarında dil bilim alanına egemen olan betimleyici çalışmalar, gün geçtikçe, kuramsal temeller konusundaki çalışmalarla bütünlenmeye, desteklenmeye başladı. "Davranışçılık dönemi" diye adlandırılabilecek dönem içinde, ABD dil biliminin kapsamlı ilkelerini, 1933'te Léonard Bloomfield, Language (Dil) adlı kitabında ortaya koydu.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ve savaşı izleyen on yıl içinde dil bilim, ABD'deki gelişmesini sürdürdü; bu gelişmeye, özellikle savaş çabalarına destek olarak hazırlanan yabancı dil öğretimi ders araçlarının katkısı oldu. Öte yandan savaşın bir süre kesintiye uğrattığı "Avrupa dil bilimi" 1950 yıllarında, İngiltere'de M.A.K. Halliday'in sistematik dil bilim konusudaki, Fransa'da da André Martinet'nin işlevsel dil bilim konusundaki çalışmalarıyla yeniden canlandı. Savaş sonrasında, Hollanda, Çekoslovakya, Polonya, SSCB, vb. ülkelerde de, yeni ya da yenilenen ilerlemeler gözlendi.

1940 yıllarının sonları ile 1950 yıllarının başlangıcında, ABD dil bilimi sağlam temellere oturtuldu. Bir kuşak önce Bloomfield, vb. tarafından kapsamlı biçimde açıklanan davranışçı anlayış, dünya dillerine uygulandı ve bu kez, Bernard Bloch, Zellig Harris, Charles Hockett, Eugene Nida, Kenneth Pike gibi dil bilimciler, çalışmalarını, ABD'de "yeni Bloomfield'ci" dil bilim diye adlandırılan dil çözümlemelerinin tutarlı bir kuramını geliştirmede odakladılar (yeni Bloomfield'ci dil bilim, yapısal dil bilimin birçok paralel dalından ayırdedilmesi "ABD yapısalcılığı" diye de adlandırılır).

Davranışçı temelleri nedeniyle, ABD yapısalcılığı, dil bilim araştırmalarının kapsamına girebilecek dil olgularının neler olacağına ilişkin bazı sınırlamalar getirdi. Özgül sınırlamalar, dönemden döneme, okuldan okula değişiklikler gösterseler de, tümü, dil bilimsel araştırmanın, bütünüyle açık ve seçik, belirli ve kendiliğinden yinelenebilir çözümleme yöntemlerini temelalması gerektiği konusundaki yapısalcı ilkeyi benimsediler. Benimsenen bir başka ilke de, söz konusu yöntemlerle varılan postulatların, fiziksel olarak tanımlanması gerekliliğiydi. Araştırma konusu dil olunca, bu yöntem, cümlelerin, fiillerin, ünlü seslerin ve davranışsal olarak kendini gösteren öbür dil olgularının tanımlanan özelliklerine gereksinme duyulmasıyla aynı anlama geliyordu (bu da, konuşanların dışsal davranışlarına, dili kullanırken gösterdikleri yetilerine bağlıydı).

Dönüşümcü dilbilgisi: Yapısalcıların kendilerine getirdikleri en ciddi sınırlama, anlam olgusunun, bilimsel olarak incelenemeyeceğiydi (bu, anlam olgusunun davranışçı gereklere yanıt verecek kadar yeterli bir fiziksel belirti göstermediği görüşünden kaynaklanıyordu). 1950 yıllarının başlangıcında, en etkili yapısalcılardan Zellig Harris (Pennsylvania Üniversitesi'nde ders veriyordu), anlam olgusunu bilimsel olarak incelemeye yönelik teknikleri geliştirmekle kalmayıp, dil bilimde bir devrimi de gerçekleştirecek bir dizi önemli araştırmaya girişti. Yapısalcı çözümlemeyi cümlenin sınırlarının ötesine doğru genişletme olanaklarını araştırdı ve farklı tipte cümleler arasındaki sistematik dil bilimsel bağıntıları saptamaya yarayacak formüller, şemalar geliştirerek "dönüşüm formülleri" diye nitelendirdi: Sözgelimi, etken çatıdaki; "Harry bira içti" gibi bir cümle, dönüşümcü açıdan, edilgen çatıdaki karşılığıyla, yani, "Bira Harry tarafından içildi" biçimiyle çözümleniyordu. Dönüşümün, daha da ileri giderek yapısalcı açıdan da temellendirilebilmesiyle, Harris'in kuramı yeni bir çığır açıyordu :Anlamın dil bilimsel açıdan incelenmesi.Geçmişte, anlamla bağıntılı gibi görülen, hep anlama bağlanan şeyin (yapısalcıların çoğu, birbiriyle bağıntılı olan etken ve edilgen cümleleri, anlamları denk, ancak yapıları farklı cümleler olarak görüyorlardı) artık, dönüşümcü açıdan olduğu gibi, yapısal bağıntı açısından da ilişkili olduğu anlaşılmıştı.

Harris'in dönüşümcü dil bilim kuramını geliştirmeyi sürdürdüğü sırada, Massachusetts Teknoloji Üniversitesi profesörlerinden Noah Chomsky'nin Syntactic Structures (Sözdizim Yapıları, 1957) adlı yapıtını yayınlaması, 1933'te Bloomfield'in Language adlı kitabının yayınlanışından sonra ABD dil biliminde en önemli olay oldu. Harris'in eski öğrencilerinden Chomsky, dönüşümcü anlayıştan yola çıkarak, bunu, günümüzde genel olarak "dönüşümcü-üretici dil bilim" ya da kısaca "üretici dil bilim" diye adlandırılan yeni bir dil bilim kuramının kapsamına aldı. Bu kuramın yapısalcılıktan farklı yanı, kurama ve yönteme ilişkin öğelerini, matematikten ve dil felsefesinden geliştirmesi ve yapısalcı davranışçılığı bırakarak, kökeni XVII. yy'ın genel dilbilgisi anlayışına uzanan, "yeni akılcı" bir felsefi tutum izlemesiydi.

Dönüşümcü anlayışla kusursuzlaşan betimleyici-çözümleyici çaba, Chomsky'nin davranışçılıktan uzak felsefesinin olanaklı kıldığı, dile bakış açısını çok daha genişleten çözümleyici kavrayışla birleşince, 1960 - 1980 arasında üreticı dil bilgisinin engellenemez yükselişi ve bununla orantılı olarak da yapısalcılığın gerilemesi başladı. Günümüzde, dönüşümcülük ile yapısalcılık arasındaki bilimsel kavga, her ne kadar sona ermeye yüz tutmuşsa da, hâlâ, dönüşümcülükten kaynaklanan, ancak kuramsal açıdan tam anlamıyla dönüşümcü olmayan, bağıntı kuramı gibi yeni dil bilim akımları varlığını sürdürmektedir. Günümüzde dil bilim dünyanın her yanında gelişmekteyse de, kuramlar öylesine çok ve karmaşıktır ki, gelecekteki eğilimlerin neler olabileceğini tam anlamıyla kestirmek, aşağı yukarı olanaksızdır.

DİL BİLİMİN TEMAL DALLARI

İnsanlar arasındaki yaygın kanı, dilin, "sözcük" olarak adlandırılan öğeler aracılığıyla işlediği, sözcüklerin de bir araya gelerek, düşünceleri dile getiren cümleleri oluşturduklarıdır. Bu görüş, her şeyi aşırı basitleştirmeden ve çoğunlukla olayı saptırmaktan öteye gitmese de, dil konusunda birçok gerçeği yansıtır.

Genel kanıya göre, sözcüklerin de ikili bir işleyi vardır. Birincisi, cümlelerin yapıtaşlarını oluştururlar; her sözcüğün tek başına bir anlamı olduğu düşünülür. İkincisi, sözcükler de hecelere bölünmüşlerdir ve belirli söyleniş biçimleri vardır; heceler az ya da çok değiştirilemez, bozulamaz; ne var ki, bunlar da telaffuz biçimine bağlı oldukları ölçüde, olağanüstü bir kararsızlık ve bozulma eğilimi gösterirler. Bu görüşlerden birincisi, anlam taşıma konusundaki genel yargı, çeşitli yönlerden bulanıklık taşıması ve kesinlikten yoksun olması dışında, temelde doğru gibi görünmektedir. Buna karşılık ikinci anlayış çok gerilerde kalmıştır; çünkü, hem tarihsel, hem de işlevsel açıdan, telaffuz, önce gelir; dolayısıyla sözcüğün hecelere bölünmesi, telaffuzun bir sonucu olmasının yanı sıra gerçekte göz ardı edilebilir bir olgudur: Günümüzde bile birçok dil, yazı sistemlerinden yoksundur; buna karşılık, bu dillerin sözcükleri, kurulu bir yazım düzeni olan herhangi bir başka dilin sözcüklerinden daha çok değişkenlik ya da kararsızlık göstermezler.

Sözcük, anlam ve telaffuzu kendi içinde birleştiren bir öğedir, ancak, birbirleriyle hiçbir bağıntısı bulunmayan dillerin karşılaştırılması anlam ile telaffuz arasında temel bir bağımsızlık bulunduğunu göstermiştir. Sözgelimi Türkçe'deki ayak sözcüğü,İbranice'deki en yakın eşdeğerli sözcük olan "regel" le karşılaştırılabilir. Bu sözcükler, telaffuz açısından büyük farklılık göstermelerinin yanı sıra, anlamları da farklıdır. Regel de, ayak da, bedenin alt ucundaki, organı tanımlarlarsa da, regel, bitim noktası ayak olan bütün bacağı da belirtir; oysa insan anatomisinin bu bölümü, Türkçe'de bacak sözcüğüyle tanımlanır.

Fonetik: İnsan söylemindeki seslerin özelliklerini, niteliklerini ve mekanizmasını, bu seslerin ilettiği, taşıdığı anlamlardan bağımsız olarak inceleyen dil bilim dalına "fonetik" (ses bilgisi) adı verilir. Fonetik, konuşma sırasında devreye giren çeşitli organları belirlemek ve ses gereçlerinin tutarlı bir sınıflamasını yapmak için, anatominin ve fizyolojinin verilerini kullanarak, ünlüler ile ünsüzlerin söyleniş biçimlerini ve söyleniş noktalarını tanımlar.

Anlam bilim: İnsan diliyle iletilen anlamların özelliklerini ve düzenlenişini, bu anlamları simgesel yoldan belirtmeye yarayan söylemdeki seslerden bağımsız olarak inceleyen dil bilim dalı, anlam bilim (semantik) diye adlandırılır.

Söz dizimi: Cümleler ile düşünceler arasındaki ilişki, eskiden sanıldığı kadar açık ve bakışımlı değildir. "Ruhsal dil bilim" diye adlandırılan bilim dalı, düşünce teriminden olanaklar ölçüsünde kaçınmak, daha uygun, açık ve kullanışlı kavramlara yönelmek gerektiğini ortaya koymuştur. Söz konusu kuramlardan biri, anlam taşımadır: İnsan dili, anlamları, "sözcükler" diye adlandırılan simgeler aracılığıyla,sesler biçiminde şifreler; sözcüklerse, cümle denen bileşimlerde yer alırlar.

Cümlenin ses yapısı, bileşimindeki sözcüklerin bir ölçüde toplamıdır; ama bütünüyle toplamı değildir. Aynı biçimde cümlenin anlam bilimsel yapısının da, bileşimindeki sözcüklerin tek tek anlamlarıyla bütünüyle belirlendiği söylenemez. Dilin tek düzenlenme düzeyi, ses bilgisi ve anlam bilim (ses ve anlam) düzeyleriyse de, diller, aralarında, yalnızca teleffuz ya da anlam bakımından ya da her ikisi bakımından farklılıklar gösterebilirler. Söz gelimi, İngilizce'deki foot (ayak) sözcüğüyle, Almanca'daki fuss, aynı anlamı taşıyıp ancak telaffuzda farklılık gösterirken, İngilizce'deki foot ile Türkçe'deki ayak her iki bakımdan da farklılık gösterirler. Basit bir İngilizce cümleyi, sözgelimi, I don't know (bilmiyorum) cümlesini alalım. Genel anlamıyla bu cümle, kişinin belirli bir konuda bilgisi olmadığını anlatır ve bir bilgi isteme dileği taşır. Bütün dillerde, işlev bakımından I don't know'a eşdeğerde bir cümle vardır ve sonuçta bu cümlelerin tümü anlam açısından eşdeğerli olacaktır. Dilin iki düzeyi, yalnızca anlam bilimsel ve ses bilgisel düzeylerse, "bilmiyorum" cümlesinin, herhangi iki dilde yalnızca telaffuzda farklılık göstermesi gerekir. Oysa varılan bu sonuç, çok büyük bir yanılgıdır. "I don't know" cümlesinin Almanca'daki karşılığıyla karşılaştırılması bunu açıkça ortaya koyar. Almanca'daki lch weiss nicht, cümlesi, İngilizce cümleden yalnızca telaffuz açısından farklılık gösterseydi, İngilizce telaffuz edildiği biçimiyle, Almanca'sının sözcük sözcük yerine koymakla lch yerine l, weiss yerine know, nicht yerine de not-Almanca'daki cümlenin İngilizce'dekiyle aynı sonuca ulaşılırdı; oysa ulaşılamaz. Çünkü I know not elde edilir; bu da gündelik İngilizce'de kabul edilecek bir söyleyiş değildir.

Sonuç olarak, İngilizce ve Almanca cümleler arasında ses bilgisel değişiklikler soyutlandığında, hiçbir ölçüye gelmeyen birtakım farklılıklar bulunduğu görülür: Söz gelimi,dillerin birinde bulunup,öbüründeyer almayan öğeler (do yalnızca İngilizce cümlede görülür); çeşitli biçimlerde ifade bulan öğeler (sözcük sözcük çevrildiğinde "I not know not" [Ben olumsuzluk eki-bilmek-şimdiki zaman-ikinci bir olumsuzluk eki); ayrıca sözcüklerin düzeninde, sıralanışında da bakışımsızlıklar, çelişkiler (sözgelimi, olumsuzluk eki İngilizce'de fiilden öncedir; Almanca'da fiilden sonra gelir) ortaya çıkar.

İster ses bilgisi düzleminde olsun, ister anlam düzleminde, bunlar ne tür farklılıklardır? Dilbilimciler (oybirliğiyle olmasa da), söz konusu farklılıkların, dilin düzenlenmesinde üçüncü bir düzeyin varlığını gösterdiğini kabullenme eğilimindedirler, "söz dizim düzeyi" adı verilen bu üçüncü düzeyin kesin özellikleri ve niteliğinin belirlenmesi henüz çözümlenmemiştir.

Fonoloji: Dilin düzenlenmesinde dördüncü bir düzey de bulunduğunu gösteren kanıtlar vardır. Bu düzey, fonoloji (sesbilim) diye adlandırılan, dilin hem fonetik, hem de söz dizimi yönlerini kapsayan bilim dalı tarafından açıklanır. Temelde, dilin fonoloji sistemi, dilin fonetik kaynaklarının, söz diziminin sağladığı çerçeve içinde açığa vuruluşuna bir özgüllük getirir.

Fonoloji sistemi, titreşimli, ünlü sesler ile ünsüzler arasında özel ilişkiyi sağlar. Bu özgül ilişki, ne bütünüyle bir fonetik olgudur; ne de bütünüyle bir söz dizimi olgusundur.

Biçim bilim ve sözcük bilim: Dil bilimcilerin çoğu en azından iki düzenlenme düzeni olduğunu kabul etmektedirler. bunlar sözcük bilim (leksikoloji) ve biçim bilimdir (morfoloji). Geleneksel dilbilgisinde biçim bilim sözcüğün iç şemasını verir; söz dizimse, cümle içindeki sözcükler arasında bulunan ilişkileri inceler. Çağdaş uygulamada belki en yaygın eğilim de, geleneksel biçim bilim işlevlerinin söz dizimi ile fonoloji arasında paylaşılmasıdır.

Sözcük bilim, kuramsal dil bilimin bir dalıdır; bu nedenle de dilin sözcük dağarı sorunuyla ve öbür sözcük bilim konularıyla ilgilenir. Çağdaş uygulamada, dilin sözcük dağarı ya da sözlük, bu dilin anlam bilimini, söz dizimini, biçim bilimini ve fonolojisini bütünler.

ZAMAN VE UZAM İÇİNDE DİL

Dilin, zaman içinde gelişen ve değişen bir nesne olarak incelenmesi "art süremli (diyakronik) dil bilim" ya da "tarihsel dil bilim" diye adlandırılır. Tersine, dil geçmişi göz önüne alınmadan, var oluşunun belirli bir evresinde, özgül nitelikler gösteren bir nesne olarak incelendiğinde, söz konusu inceleme "eş süremli (senkronik, eşzamanlı) dil bilim" ya da "betimleyici dil bilim" diye adlandırılan bilim dalının kapsamına girer.

Söz konusu ayırımın önemine karşın, bu iki dil bilimsel inceleme yöntemi (eş süremli ve art süremli incelemeler), dil bilimciler tarafından birbirlerinden kesin bir biçimde ayrı tutulmaz.

Dilin zaman içinde değişikliğe uğraması tarihsel (art süremli) dil bilimin konusunu, dilin uzam içinde çeşitlilik göstermesi de coğrafi dil bilimin gerecini oluşturur. Coğrafi dil bilim, hem coğrafyayı, hem de lehçe bilimi içerir. Coğrafi dil bilim, yörelere, coğrafi bölgelere göre, dilin kullanımındaki farklılıkları inceler; bunu yaparken de, dil bilimsel olguların yaygınlaşmasının, coğrafya ve nüfus koşulları tarafından nasıl güçlendirildiği ya da engellendiği üstünde durur. Lehçe bilim, belirli bir dilin bölgesel ve toplumsal farklı biçimleri arasındaki ilişkileri ve gelişmeleri konu alır.

DİL, KÜLTÜR, TOPLUM VE BİREY:
Dil, bütünüyle insana özgü bir olgu olduğuna göre, dil bilimin konusu da, kimya ya da biyoloji gibi bilimlerin konularından farkİı olarak, yalnızca insandır. Bu olgu bile, dil bilimin öbür toplum bilimleriyle özel ilişkiler içinde olmasına yeterlidir; dil çeşitli insan yetenekleri ve kurumlarıyla öylesine iç içedir ki, bu olgunun her yönünü ayrı ayrı incelemek için, dil bilimde özel altdallar gelişmiştir.iAntropolojik dil bilim ve etnolojik dil bilim, dil ile kültür arasındaki ilişkileri inceler; Toplumsal dil bilim, dil ile toplum ilişkilerini konu alır; ruhsal dil bilimse, dil ile düşünce arasındaki karşılıklı etkileri inceler.

Bütün bunların yanı sıra, dil ile edebiyat ve dil ile felsefe arasında da yakın bir ilişki vardır; bu da, "dil felsefesi" diye adlandırılan alt-dalın konusudur. Yazının incelenmesi de dil bilimden ayrı tutulamaz; birçok başka bilim dalı ve alt dalı da, dile ilişkin yan konuları incelerler. Söz gelimi gösterge bilim (semiyoloji), dile özel ve önemli bir simgeler sistemi olarak bakar. İletişim, hayvanlarda iletişim, simgesel dil ve davranışların dili gibi dil bilimin bazı yan alanlarını kapsamına alır. Matematiğin birçok dalı, özellikle de mantık ile şifrelerin çözümlenmesini konu alan şifre bilim de, dil bilim için vazgeçilmez yardımcı dallardır.

Uygulamalı dil bilimse, dil bilim kuramının dil öğretimi, dil bozukluklarının tedavisi ve çeviri gibi çok geniş bir yelpaze içinde kullanımını konu alan bir daldır.Matematiksel dil bilim, dilin biçimsel özelliklerini inceler. İstatistiksel dil bilim, olasılık kuramının, niceliksel özelliklerin hesaba katıldığı çeşitli çözümsel problemlere uygulanmasını konu alır. Bilgisayar destekli dil bilim, pratik ve kuramsal nedenlerle, dil bilimde bilgisayar uygulamaları gerçekleştirir. Sinirsel dil bilim, dilin düzenlenmesindeki özgül düzeylere ve modellere ilişkin olarak, beynin incelenmesini ve anatomisini ele alır. Onomastik de, adların, özellikle kişi ve yer adlarının dil bilimsel incelenmesidir.