Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Osmanlı İmparatorluğu

  • Okunma : 326
Osmanlı İmparatorluğu Resim

Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922), üç anakaraya (Asya, Avrupa, Afrika) yayılan topraklarıyla, barındırdığı nüfusla ve 600 yılı aşan yaşam süresiyle tarihin en büyük imparatorluklarından biridir.

Siyasal Tarih

Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Türkler, 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Oğuzlar’ın Kayı boyundandır. Bir Kayı aşiretinin başkanı olan Ertuğrul Gazi, I. Alaeddin Keykubad döneminde (1220-37) akıncı beyi olarak Anadolu Selçuklularına hizmet etmiş, karşılığında da Söğüt-Domaniç yöresinin uçbeyliğine atanmıştı. Ertuğrul Gazi birkaç yerel savaşta çevredeki Bizans tekfurlarına gücünü gösterdikten sonra uçbeyliği görevini daha çok sınırları koruma yolunda sürdürmüştü. 1281’de ölümünden sonra aşiretin başına geçen oğlu Osman Gazi, başka aşiret beylerinin de desteğini alarak yeni topraklar kazanmaya, siyasal güç elde etmeye girişti. Anadolu Selçukluları ile Bizans İmparatorluğu’nun içinde bulundukları bunalımlar da onun için uygun ortam yaratıyordu. Osman Gazi 1299’da bağımsızlığını ilan ettikten sonraki 20 yıl içinde hem Bizans’a hem de komşu beyliklere gücünü kabul ettirdi. Yerine geçen oğlu Orhan Gazi babasının siyasetini sürdürdüğü gibi, Bizans’la kurduğu dostluk ilişkisinden de yararlanıp beyliğin gelişmesinde en önemli adımlardan birini gerçekleştirerek Rumeli’ye ayak bastı.

    Edirne’yi alan Osmanlılar I. Murad (Hüdavendigâr) döneminde de Rumeli yönünde ilerlemelerini sürdürdüler. Burada elde ettikleri güç Anadolu’daki komşu beylikler üzerinde de etkili olmalarını sağladı. Bazı beylikleri akrabalıklar kurarak topraklarına kattılar. Karamanoğulları gibi güçlü beyliklerle de zaman zaman savaştılar. Balkanlar’da karşılarına çıkan güçlere karşı sürekli üstünlük sağlayan I. Murad’ın 1389’da I. Kosova Savaşı’nda ölmesi durumu fazla değiştirmedi. Yıldırım Bayezid 1393’te Bulgaristan’ı tümüyle Osmanlı topraklarına kattıktan ve 1396’da Niğbolu’da Haçlı ordusunu yenilgiye uğrattıktan sonra, doğudan gelen yeni bir güç karşısında Anadolu’ya dönmek zorunda kaldı. 1390’lardan beri Ortadoğu’yu tehdit eden Timur’un 1402’de Orta Anadolu’ya kadar ilerleyip 1402’deki Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid’i yenerek tutsak etmesi, Osmanlı Devletini parçalanma noktasına kadar getirdi. Bundan sonraki 10 yıl şehzadeler arasındaki taht kavgalarıyla geçti ve Osmanlılar Anadolu Beylikleri üzerindeki denetimlerini yitirdiler.

    1413’te I. Mehmed’in (Çelebi) kardeşlerini alt ederek tahta tek başına egemen olmasından sonra devlet yeniden toparlanmaya başladı. I. Mehmed’in oğlu II. Murad Rumeli’deki ilerlemeye yeni bir hız kazandırırken, Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u alarak Bizans İmparatorluğu’na son vermesi Osmanlı Devleti’ni yeniden güçlü bir devlet konumuna getirdi. Fatih Sultan Mehmed Anadolu Beylikleri’nin birçoğunu da Osmanlı topraklarına katarak hem doğu hem batı yönünde daha güvenli hareket etme olanağını elde etti. Osmanlılar II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim döneminde daha çok doğuya önem verdi. Yavuz Sultan Selim önce İran’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan Safeviler’i yenilgiye uğratt. Bunu Suriye ve Mısır’a egemen olan Memlûk yönetimine son verilmesi izledi. Yavuz Sultan Selim’in Kahire’de oturan halifeyi İstanbul’a getirip halifeliği devralması Osmanlılar’ın İslam dünyasındaki konumunu güçlendirdi.

    Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu en parlak yıllarım yaşadı. 11 kez sefere çıkılan Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları batıda Avusturya’ya, doğuda Hazar Denizi’ne, Afrika’da Fas’a kadar uzanıyordu. Osmanlılar denizlerde de parlak başarılar elde ettiler. Barbaros Hayreddin Paşa ile Turgut Reis, Akdeniz’i bir “Türk gölü” durumuna getirdiler. Şeydi Ali Reis de Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’nda önemli etkinlik gösterdi. Kanuni Sultan Süleyman dönemi kültür ve sanat bakımından da bir doruk
noktası olarak kabul edilir.

    Kanuni’den sonraki yıllarda Osmanlı İmparatorluğu batıda ve doğuda elde ettiği toprakları korumak ve Avrupa’daki en güçlü düşmanı Avusturya ile savaşı sürdürmek için yoğun çaba harcadı. Öte yandan, başlangıcı Kanuni dönemine kadar uzanan Celali Ayaklanmaları iç düzeni büyük ölçüde sarstı. Sokullu Mehmed Paşa gibi güçlü vezirlerden sonra devlet yönetiminde de bozulma belirtileri görüldü.

    17. yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu dıştan bakıldığında gücünü koruyor gibi gözüküyor, hatta batıda ve doğuda yeni topraklar bile kazanıyorsa da, iç düzendeki bozulma artarak sürüyordu. Özellikle merkezi yönetimin zayıflaması, İstanbul’da yeniçerilerin ve kapıkulu askerlerinin çıkardıkları ayaklanmalar devleti sık sık güç duruma düşürüyordu. IV. Murad’ın sert önlemlere başvurarak yönetime egemen olma çabaları da kalıcı sonuçlar sağlamadı. IV. Murad’dan sonraki padişahlar Deli İbrahim ve çocuk yaşta tahta çıkan IV. Mehmed döneminde, valide sultanların ve harem ağalarının yönetimdeki etkileri arttı ve başıbozukluk sürüp gitti. Bu durum ancak 1656’da büyük yetkilerle sadrazamlığa getirilen Köprülü Mehmed Paşa’nın yoğun çabalarıyla bir ölçüde düzeldi. Birbiri ardı sıra sadrazamlık yapan Köprülüler devlete son parlak dönemini yaşattılarsa da 1683’teki Viyana bozgunu askeri gerilemenin başlangıcı oldu. Bunu izleyen 15 yılda toprak kayıpları önlenemez boyutlara ulaştı ve Osmanlı İmparatorluğu 1699’da Karlofça Antlaşması’m imzalayarak bu durumu kabul etti.

    18. yüzyıla girilirken kuzeyde yeni bir güç olarak beliren Rusya da artık Osmanlı İmparatorluğu için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. 1711’de Prut’ta Rusya’ya karşı kazanılan başarı bu durumu değiştirmedi; 1718’de, Avusturya ve Venedik karşısında uğranılan yenilgiyi belgeleyen Pasarofça Antlaşması imzalandı.

    Lale Devri olarak adlandırılan 1718-30 arasındaki yıllar Osmanlı İmparatorluğu için göreli de olsa bir barış dönemi oldu. Bu dönemde geleneksel yapının değişmesi yolunda atılan adımlar İstanbul dışına pek taşmadığı gibi, 1730’daki Patrona Halil Ayaklanması döneme kanlı biçimde son verdi. Lale Devri’ni izleyen yılların padişahları I. Mahmud (1730-54), III. Osman (1754-57) ve III. Mustafa (1757-74) dönemlerinde de gerileme sürdü. 1774’te başa geçen I. Abdülhamid Rusya ile ağır koşullar içeren Küçük Kaynarca Antlaşması’m imzalamak zorunda kaldı. I. Abdülhamid’in askeri alanda başlattığı yenilikler 1789’da başa geçen III. Selim tarafından daha büyük bir kararlılıkla sürdürüldü. Ama III. Selim’in Nizam-ı Cedid adıyla başlattığı yenilikler, başta merkezi yönetimin zayıflamasıyla ortaya çıkan âyanlar olmak üzere, güçlerini yitireceklerinden korkan devlet adamlarının, ulemanın ve varlıklarına son verileceğine inanan yeniçerilerin direnişiyle karşılaştı. Nizam-ı Cedid dönemi 1807’de Kabakçı Mustafa Ayaklanmasıyla son bulduysa da 1808’de başa geçen II. Mahmud yenileşme hareketine yeni bir hız kazandırdı. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapatarak askeri yenileşmenin önündeki en büyük engeli kaldırdığı gibi devlet kurumlarında da köklü reformlara girişti.

    Gerçi askeri alanda yenilgiler ve toprak kayıpları sürüyordu, ama yönetim bunları önlemenin ancak devleti bütünüyle çağdaş bir yapıya kavuşturmaktan geçtiğini anlamıştı. 1839’da başa geçen Abdülmecid bu yöndeki ilerlemenin ilk temel programı olan Tanzimat’ı ilan etti. Bu dönemin önde gelen devlet adamları olan Mustafa Reşid Paşa ile Âli Paşa birçok güçlüğe karşın Tanzimat reformlarını gerçekleştirmede önemli adımlar attılar Bu arada Osmanlı tarihinde ilk kez yöneticilerin dışında bir grup olarak ortaya çıkan aydınlar da devlet yönetimiyle ilgili görüşler açıklamaya, eleştirilerde bulunmaya başladılar. Gene bu dönemde ortaya çıkan basın ilk kez kamuoyunun gücünü
göstermeye başladı. Aydınların basın yoluyla giriştiği muhalefet zaman zaman yöneticilerin sert tepkisine yol açtıysa da gittikçe güçlendi. Yöneticiler arasında da yandaşlar bulan aydınların hareketi 1876’da, meşrutiyet rejimine geçilmesini öngören Kanun-ı Esasi'nin ilanıyla temel amacına ulaştı.

    Ama I. Meşrutiyet 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğranılan ağır yenilgi ortamında ve bu rejime inanmayan II. Abdülhamid'in kararıyla son buldu. Bundan sonraki 30 yıl II. Abdülhamid’in "İstibdat devri” olarak anılan mutlakıyetçi yönetimiyle geçti. Ama yurtdışmda örgütlenen aydınların kararlı muhalefeti bu kez de başarıya ulaştı. Genç subayların da katılmasıyla iyice güçlenen hareket 1908’de II. Abdülhamid’i meşrutiyeti yeniden yürürlüğe koymak zorunda bıraktı.

    II. Meşrutiyet döneminin siyasal gelişmelerine damgasını vuran başlıca kuruluş İttihat ve Terakki Cemiyeti idi. Ama 1911-12 Trablusgarp Savaşı, 1912-13 Balkan Savaşı ve 1914’te başlayan I. Dünya Savaşı askeri olayları gene öne çıkardı. Talat, Enver ve Cemal paşaların önderliğindeki İttihat ve Terakki 1913’te yönetime el koyarak ülkeyi tek başına yönetti. Osmanlı ordusu başta Çanakkale olmak üzere birçok cephede başarılı savaşlar verdiyse de müttefikleri olan Almanya ve Avusturya-Macaristan ile birlikte İtilaf Devletleri karşısında yenilmekten kurtulamadı.

    Savaşın sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi tam bir teslim belgesiydi. Ülkeyi galip devletlerin
eline bırakan bu belgeye dayanarak başlatılan işgallere karşı gösterilen tepki kısa sürede bir direniş örgütlenmesine dönüştü. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmesiyle askeri örgütlenme de başarıldı ve yabancı işgaline karşı Kurtuluş Savaşı başlatıldı. Bu arada işgal altındaki İstanbul’da oturan Padişah Vahideddin galip devletlerle siyasal bir uzlaşma sağlayarak tahtını koruyabileceğini sanıyor, ama karşısında devletin sonu demek olan Sevr Antlaşması’m buluyordu. Üç yıl süren Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşıp galip devletler de bu durumu kabul etmek zorunda kalınca, Anadolu’da yeni bir siyasal güç olarak beliren Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) karşısında İstanbul dışında varlığı kalmayan Osmanlı yönetiminin fiilen son bulduğu açıkça gözüküyordu. Nitekim TBMM 1 Kasım 1922’de aldığı bir kararla saltanatı kaldırınca Osmanlı İmparatorluğu da resmen tarihe karışmış oluyordu.

Devlet Yönetimi

Uzun tarih boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetsel örgütlenmesi çeşitli değişiklikler geçirmiş, ama merkeziyetçi olma özelliğini hep korumuştur. 16. yüzyılda en olgun biçimini alan yönetim düzeni II. Mahmud dönemine (1808-39) kadar varlığını sürdürmüş, Tanzimat’tan sonra ise baştan aşağı değişerek yeni bir kimliğe bürünmüştür.

Saray

Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetsel yapısında sarayın özel bir önemi vardır. Saray yalnızca yönetimin başı olan padişahın yaşadığı yer değil, devlet işlerinin yürütüldüğü en önemli merkez ve devlet yöneticilerinin yetiştirildiği bir okuldur. Bu özelliklerine göre saray harem, enderun ve birun denilen üç bölüme ayrılırdı. Harem padişahın kadınları ve çocuklarıyla birlikte özel yaşamını sürdürdüğü en içteki bölümdü. Onun dışında yer alan enderun hem sarayın çeşitli hizmetlerini yürüten bölüm hem de çeşitli saray ve devlet görevlilerinin yetiştiği bir okuldu. En dışta yer alan
birun ise sarayın dış hizmetlerinin yürütüldüğü bölümdü. Sarayı koruyan birlikler burada bulunur, sadrazam ve bütün yüksek devlet görevlileri buraya bağlı sayıldığı gibi, devlet yönetiminde en üst kararların alındığı divan da burada toplanırdı.

Sadrazam ve Babıâli

Padişahın mutlak vekili olan sadrazam bütün devlet işlerinden de yalnız ona karşı sorumluydu. Padişahın vekili olarak onun mührünü taşır, yargı ve maliye dışındaki işlerde yetkisini istediği gibi kullanırdı. Sadrazamlar önceleri devlet işlerini kendi konaklarında yürütürlerken 17. yüzyılda saraya yakın bir yerde yaptırılan ve Babıâli denen resmi bir yönetim yerine kavuştular. Sadrazamın yardımcısı durumundaki bütün görevliler de burada toplandı. Sadrazamın sah ve cuma günleri dışında her gün toplanan ayrı bir divanı vardı. Burada saraydaki divanda görüşülmesine gerek olmayan önemdeki konular karara bağlanır, önemli görülenler saraydaki divana götürüldü. Sadrazam padişahın mutlak vekili olma özelliğini biçimsel de olsa Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar korumuş, ona bağlı olarak çalışan bürokratik daireler ise II. Mahmud döneminden (1808-39) başlayarak ayrı nezaretler (bakanlık) biçiminde yeniden örgütlenmiştir.

Maliye

Osmanlı İmparatorluğunun yönetim yapısında özel bir yeri olan maliye doğrudan padişaha bağlıydı. Örgütün başında bulunan başdefterdar (Rumeli defterdarı olarak da bilinirdi) devletin bütün gelirlerinden ve giderlerinden sorumluydu. Ayrıca padişahın özel hâzinesini yönetir, para basımı işini de denetlerdi. Başdefterdar bu işleri Anadolu defterdarı ile Arap ve Acem defterdarı başta olmak üzere merkezde ve eyaletlerde bulunan çok sayıdaki görevliler aracılığıyla yürütürdü. Her yıl devletin gelirleri ve giderleri, yani bütçe konusunda padişaha bir rapor sunardı. Ayrıca mali konularda doğrudan padişahla görüşebilmek yetkisine sahipti. Başdefterdarlık da II. Mahmud döneminde (1808-39) kaldırılarak yerine Maliye Nezareti kurulmuştur.

Yargı

Osmanlı İmparatorluğumda ayrıcalıklı bir yeri olan ilmiye sınıfının yürüttüğü yargı görevi, padişahın yetkisi içinde sayılan kamu hukuku düzenlemeleri dışında kalan alanlarla sınırlıydı. Bunlar da büyük ölçüde gerçek kişiler arasındaki ilişkilerden doğan aile, borçlar, mülkiyet, ceza hukuku alanlarını kapsıyordu. İlmiye sınıfının başında bulunan şeyhülislam yargı işlerine karışmaz, yalnızca fetva (görüş) verirdi. Yargı, başında Rumeli kazaskerinin yer aldığı, sırasıyla Anadolu kazaskeri ile eyalet, sancak ve kaza kadılarından oluşan geniş bir yargıçlar topluluğunca yürütülürdü. Kaza kadılarının ayrıca bazı yönetsel görevleri de vardı. Bütün kadılar medreseden yetişir, öğrenim durumlarına göre derece derece yükselerek şeyhülislamlığa kadar ulaşabilirlerdi. İlmiye sınıfından olanların atanmaları ve yükselmeleri kazaskerlerce yürütülür, padişahın ve sadrazamın elindeki idam yetkisi ilmiye sınıfı için kullanılamazdı. Yargılarını İslam hukuku kuralları içinde yürüten ilmiye sınıfı varlığını Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar sürdürmüşse de, Tanzimat’tan sonra batıdan alman yeni hukuk kurallarının ayrı mahkemeler eliyle uygulanması kadıların yargı alanını bir hayli daraltmıştır. İlmiye sınıfının öbür kolunu oluşturan müderrisler ise başlıca öğrenim kurumu olan medreselerdeki öğretim etkinliğini yürütürlerdi.

Ordu ve Donanma

Osmanlı ordusu başlangıçta aşiretlerden gelen atlı birlikler ile gönüllü yaya askerinden oluşurken 14. yüzyıl ortalarından başlayarak büyük bir gelişme gösterdi. En gelişkin dönem sayılan 16. yüzyılda Osmanlı ordusu, büyük çoğunluğu İstanbul’da bulunan kapıkulu askerleriyle, eyaletlerden gelen tımarlı askerlerden oluşuyordu. Kapıkulu ordusu başlıca Yeniçeri Ocağı ve Sipahi Ocağı olarak ikiye
ayrılır, ayrıca Topçu Ocağı başta olmak üzere Cebeci, Humbaracı, Top Arabacıları ve Lağımcı ocakları da yardımcı ocaklar olarak kapıkulu ordusunun öbür bölümlerini oluştururdu. Her yıl Rumeli ve Kafkasya’nın belirli bölgelerinden devşirme denilen bir sistemle toplanıp Acemi Ocağı’nda yetiştirilen kapıkulu askerleri savaşta Osmanlı ordusunun vurucu gücü durumundaydı. Eyalet askerleri Osmanlı toprak düzenine göre örgütlenmiş, yalnızca savaş zamanı göreve çağrılan bir orduydu. Buna göre kendisine tımar verilmiş olan sipahiler, topraktan elde ettikleri gelire göre, savaş zamanı belirli sayıda asker getirmekle yükümlüydü. Sistemin iyi işlediği dönemde sipahiler Osmanlı ordusuna büyük güç katmıştı. Ama tımar düzeninin bozulmasıyla etkisini yitirmiş, giderek Celali Ayaklanmaları gibi büyük olaylarda olumsuz roller oynamıştır. Buna karşılık merkezdeki kapıkulu askerlerinin sayısını artırmak zorunda kalan devlet ise, savaş olmadığı dönemlerde askerlerin aylıklarını ödeyemez duruma düşmüş, bu yüzden çıkan ayaklanmalar devleti sarsmıştır. 18. yüzyılda savaş gücünü iyice yitiren orduyu yenileştirme girişimleri de kapıkulu askerlerinin tepkisiyle karşılaşmış, III. Selim’in Nizam-ı Cedid ve I I . Mahmud’un Sekban-ı Cedid adıyla kurmaya çalıştıkları yeni ordu dağıtıldıktan sonra gene II. Mahmud 1826’da kapıkulu askerliğine son vermiş, modern ordunun temellerini atmıştır.

    Osmanlı donanması ise, her yıl yenilenen ve daha çok hafif gemilerden oluşan bir deniz gücüydü. Donanmanın komutanı olan kaptan-ı derya İstanbul'da oturur, vezir rütbesinde ise divan toplantısına da katılırdı. En büyükleri İstanbul ve Gelibolu'da bulunan tersaneler de kaptan-ı deryanın buyruğu altında çalışırdı. Akdeniz'de etkinlik gösteren Türk korsanları da savaş zamanı donanmaya yardımcı
olurlardı. 16. yüzyılda İstanbul'daki büyük donanmanın dışında Kefe'de (Kırım) ve Tuna Irmağı'nda iki ayrı donanma daha vardı.

Eyalet Yönetimi

Osmanlı İmparatorluğu'nun taşra yönetiminde temel birim önceleri sancaktı. Ama topraklar genişleyince birkaç sancağın birleşmesinden oluşan eyaletler kuruldu. 14. yüzyıl sonunda yalnızca Rumeli ve Anadolu eyaletleri varken, 17. yüzyılda eyalet sayısı 32’ye ulaştı. Eyaletlerin başında beylerbeyi de denen valiler, sancaklarda da sancakbeyleri bulunurdu. Eyaletler merkezdekine benzer biçimde oluşturulmuş divanlar aracılığıyla yönetilirdi. Ayrıca siyasal ve coğrafi nedenlerle tımar sisteminin uygulanmadığı, devlete yıllık bir vergi ödeyen salyaneli eyaletler ile Eflak-Boğdan, Bosna-Hersek, Erdel gibi özel yönetim biçimleri olan imtiyazlı eyaletler de vardı. Bunların sayısı Osmanlı İmparatorluğunun gücünü yitirmesiyle arttı. III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde eyalet yönetimi düzeninde yapılan değişiklikler yararlı sonuçlar sağlamadığı gibi, Tanzimat’ın ilk yıllarında getirilen düzenlemeler de başarılı olmadı. Ama Midhat Paşa’nın 1864’te Tuna vilayetini kurarak başlattığı modern örgütlenme 1871’de bütün imparatorluğa yaygınlaştırılınca etkili sonuçlar alındı. Buna göre eyalet adı vilayete (il) dönüştürülüyor, vilayetler de sancak, kaza (ilçe), nahiye (bucak) ve köyler biçiminde örgütleniyordu. Bugünkü yönetim düzeninin de temelini oluşturan bu örgütlenmede vilayetler oldukça geniş tutulmuştu. Örneğin 1870’lerde Ankara vilayeti bugünkü Ankara, Yozgat, Kayseri, Kırşehir ve Çorum illerini kapsıyordu.

Ekonomik ve Toplumsal Yapı

Ortaçağda kurulmuş bütün devletler gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da temel ekonomik etkinlik tarımsal üretimdi. Toprağın devlet tarafından işlenmesi tımar denen bir sistem içinde bölümlenerek savaşta yararlığı görülen sipahilere bırakılıyor, karşılığında da askeri, mali ve yönetsel hizmetler isteniyordu. Sipahi toprağı ekip biçen ve reaya denilen köylülerin her yıl elde ettiği ürünün bir bölümünü alıyor, ayrıca para ya da hizmet olarak ödenen başka vergileri de topluyordu. Öşür denen, üründen verilen pay dinsel temeli olan bir vergiydi. Öşür her ne kadar onda bir demekse ve İslam hukuku böyle alınmasını öngörmüşse de, uygulamada yer yer beşte bire kadar çıkmıştır. Toprağı terk etmemekle yükümlü olan reaya bu kuralı çiğnerse sipahi tarafından yakalanıp yeniden toprağa bağlanabilir, ayrıca ağır vergilerle de cezalandırılırdı. Müslüman olmayan köylülerden öşür yerine daha yüksek oranlarda, haraç denen ürün vergisi alınırdı. Bunlar ayrıca kişi başına alınan cizye vergisini de ödemekle yükümlüydüler. Savaş gibi durumlarda reayaya para ve mal olarak olağanüstü vergiler de salınırdı. Buna karşılık sipahi reayanın malını ve canını korumakla yükümlüydü. Devlete karşı en önemli görevi, elde ettiği gelire göre belirlenen sayıda atlı askerle birlikte savaş durumunda orduya katılmaktı.

    Tımarlar kendi içinde has, zeamet ve tımar olarak üçe ayrılırdı. Has, yıllık vergi geliri 100 bin akçenin üstündeki topraklardı. Bunlar padişah ve hanedan üyeleri başta olmak üzere vezir, beylerbeyi ve sancakbeylerine verilirdi. Zeamet yıllık vergi geliri 20 bin akçenin üstündeki toprağa denirdi. Babadan oğula geçebilen zeametler genellikle sipahilere dağıtılırdı. Tımar ise yıllık vergi geliri 20 bin akçenin altındaki toprağa verilen addı. Buna sahip olan sipahi de bu yetkisini oğluna bırakabilirdi. Bir yer fethedilince hemen toprak yazımına girişilir, has, zeamet ve tımar olarak ayrılan topraklar dağıtılarak düzen kurulurdu. Ayrıca, toprak yazımının kaydedildiği defterlerin başında bölgenin özelliğine göre düzenlenmiş bir de kanunname yer alırdı. Genellikle 25 yılda bir yinelenen toprak yazımları 16. yüzyıldan sonra yapılmaz oldu.

    Görüldüğü gibi bu sistemle devlet, mülkiyetini elinde tuttuğu toprağın yönetimini devrederek karşılığında önemli hizmetler elde edebiliyordu. İyi işlediği 15.-16. yüzyıllarda devletin en önemli gelir ve asker kaynağını oluşturan tımar düzeni Celali Ayaklanmaları başta olmak üzere çeşitli nedenlerle bozulduğunda büyük sarsıntılara yol açtı. Tarımsal üretim düştü, toprağını bırakan köylülerin bir bölümü büyük kentlere göç ederek işsiz duruma düşerken, bir bölümü de dağlara çıkıp soygunculuğa girişti. Devlet de önemli gelir kaybına uğrayınca acil para gereksinmesini karşılamak amacıyla iltizam usulüne başvurdu. İltizam bir yerin vergi gelirinin açık artırmaya çıkarılması ve en çok bedeli ödeyene oranın vergi toplama hakkının verilmesidir. Bu yolla devlet mali sıkıntısını bir ölçüde hafifletmişse de toprağa bağlı kalan köylü daha ağır vergi yükü altında ezilmiştir. İltizam usulünün yol açtığı bir başka gelişme de geniş toprakların özel mülkiyete geçmesi ve âyanların ortaya çıkmasıdır. Gittikçe güçlenen âyanlar 18. yüzyıl sonlarında merkezi yönetime kafa tutacak duruma gelmişler, ancak II. Mahmud’un kararlı mücadelesi sonunda etkileri azaltılmıştır.

    Osmanlı İmparatorluğumda ticaret ve sanayi üretimi ise genellikle kentlerde, loncalar biçiminde
örgütlenmiş gruplarca gerçekleştirilirdi. Üretilen malların kalitesi devletçe de denetlenir, ayrıca çarşılarda fazla fiyatla satılmasını önleyici önlemler alınırdı. Osmanlı İmparatorluğumun kendi kendine yetmeye çalışan bu ticaret ve sanayi yapısı, ilki 1536'da verilen kapitülasyonların etkisiyle yavaş yavaş çökmeye başladı. Özellikle de, 1838’de imzalanan Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşmasının yol açtığı gelişmeler ülkeyi bir yarı sömürge durumuna getirdi.

Osmanlı İmparatorluğu Resimleri