Avrupa Tarihi
Avrupa Tarihi, Bir kıta olan Avrupa, öteki kıtaların tersine coğrafya açısından farklı bir birim oluşturmaz. Avrupa, aslında, Avrasya anakarasının batıya doğru uzanan uç kesimidir. Tarih açısından konuşmak gerekirse, Avrupa coğrafi olmaktan çok kültürel bir deyimdir. Homeros'un yaşadığı günlerde, "Avrupa" - Peloponisos ve Ege adalarından ayrı olarak- Orta Yunanistan demekti. Daha sonra, şimdi Yunanistan olan tüm kara parçasını kapsayacak biçimde genişletildi. İ.Ö. V. yy'da, Yunanlıların Küçük Asya ya da Anadolu adını verdikleri "Asya"nın karşıtı olarak kuzeye doğru uzanan tüm kara kütlesini içerdi. Zaten Avrupa'nın doğu sınırının neresi olduğuna konusunda öteden beri belirsizlik vardır. Eskiler için sınır Don ırmağıydı. Bugün Avrupa'nın saymaca sınırı, Ural sıradağlarının güneyinden batıya Hazar denizine ve Karadeniz boyunca uzanarak Çanakkale boğazından geçen bir çizgidir. Bu sınır eski Sovyetler Birliği'ni boydan boya keser ve Türkiye'yi de böler. Nedense mantığa aykırı olarak, şimdi dağılmış olan eski Sovyetler Birliği genellikle bir Avrupa ülkesi sayılırken, Türkiye sayılmaz. Şimdi bile Rusya Federasyonu topraklarının yarıdan fazlası Asya'da bulunduğu halde, çarlık Rusyası'nın kalbi olan topraklar Rusya'nın Avrupa'daki topraklarıydı. Böylece "hıristiyan" ve "Avrupalı" Ruslar ülkenin Asya kesimini bir bakıma sömürgeleştirdiler. Bugünkü Türkiye'nin çok az bir parçası Avrupa'da yer alır. Ama tarihe bakınca Osmanlı İmparatorluğu'nun Orta Avrupa'nın içlerine uzandığı görülür. Ancak, Türkler Orta Asya'dan gelmişlerdi ve üstelik de müslümandılar.
Öte yandan, Avrupa'nın batı sınırı konusunda bir bakıma benzeri bir belirsizlik vardır. Coğrafya açısından Büyük Britanya ve İrlanda Avrupa'nın birer parçasıdır. Ama nedense onlar bir biçimde her zaman Avrupa'dan ayrı tutulmuşlardır. İktisatçı John Maynard Keynes, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Alman, Rus, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarını sarsan ulusçu ve devrimci sosyalizm akımlarını kastederek, 1919'da İngiltere için şöyle yazmıştı: "Avrupa'nın sessiz ürpermeleri bu ülkeye erişmiyor". Britanya adalarında yaşayanlar Fransa ya da Almanya'ya yolculuk etmekten "anakaraya" gitmek diye söz ederler. İngilizler kendi kafalarının içinde Avrupa kıtasının bireyleri olmaktan çok Anglo-Sakson ya da İngilizce konuşan dünyanın yurttaşı olarak kalmayı yeğlerler. Birçok "anakaralı", özellikle Fransızlar, İngilizler hakkında benzer bir belirsizliği dile getirirler. Ancak, bu belirsizlik yanlıştır. Bunca farklılığına karşın, İngiltere şimdi olduğu gibi her zaman gerek kültür, gerek coğrafya açısından Avrupa'nın bir parçasıdır. Büyük İngiliz katedralleri Fransa'dan getirtilmiş taşlarla yapılmışlardır. İngiliz yazarları kıta yaşamını etkiledikleri kadar bundan kendileri de etkilenmişlerdir. İngiliz kara ve deniz kuvvetleri Avrupa'da büyük güç gösterisinde bulunmuşlardır. İngiltere XI. yy'dan XV. yy'a kadar Fransa'nın altını üstüne getiren bir kıta gücü olmuştur.
Güney ve kuzey sınırları geçen yüzyıllar boyu elbette değişikliğe uğramıştır. Roma İmparatorluğu döneminde, Akdeniz'in güney (Kuzey Afrika) kıyılarının kuzey kıyılarından ayrı bir alan olarak sayılması gerektiğine dayalı bir öneri İskandinavya'nın İtalya ya da Yunanistan'la ortak bir yanı bulunduğunu ileri süren bir öneri kadar saçma görülürdü. Roma gemileri Baltık denizine hiçbir zaman girmemiş oldukları gibi, Romalılar da İskandinavya'nın varlığından pek haberdar değildiler. Bu durum, XVI. yy. Akdeniz dünyası için de eşit oranda geçerliydi. Fransız tarihçisi Fernand Braudel bu dünyayı bir birim olarak ele almıştır. Akdeniz, XVI. yy'ın sonuna kadar Avrupa kıtasından daha çok tanınmış bir coğrafi yer olarak kalmıştır. Ancak büyük kara ordularının ulusal gücün temeli sayılması sonucu denizcilik etkinliklerinin odak noktası Atlas okyanusuna ve onun ötesindeki dünyaya kaymıştır.
AVRUPA UYGARLIĞININ KÖKENLERİ
XVIII. yy. gibi ileri bir tarihte, Çin imparatoru Çienlung, ülkesinin gereksinim duyduğu hiçbir şeyin Batı'da da bulunmadığı gerekçesiyle Avrupa ile ticaret yapma düşüncesini reddetti. Ama bu tutum uzun süre geçerli kalamazdı. XIX. ve XX. yy. başlarında Avrupa'nın üstünlüğü ezici boyutlar kazandı. Japonya, Tayland ve Etyopya gibi birkaç ülke dışında, yeryüzünde (Çin, İran, Osmanlı İmparatorluğu dahil) Avrupa'nın denetimi altına girmeyen hiçbir yer kalmadı. Bu, ya doğrudan ya da dolaylı olarak yönetimlere bağlı Batılı danışmanlar aracılığıyla oluyordu. Uluslararası ticaret tümüyle Avrupa bankalarının ve tüccarlarının elindeydi. Dünya ticaretinin çoğu Avrupa, özellikle İngiliz gemileriyle taşınıyordu. Batı'da bu tutuma karşı tam bir güvensizlik duyulmasına karşın, Çarlık Rusyası Orta Asya'da, İngiltere, Fransa ve Almanya Çin'de bir avrupalılaştırma gücüydü. Gerçekten de en son zamanlara kadar Avrupa uygarlığının etkisi çok yaygındı. Hattâ pek çok kişi Avrupa'nın uygarlıkla eşanlamlı olduğunu düşünmeye bile başlamıştı.
Ancak, Avrupa uygarlığının kökenlerinde, Avrupa'ya komşu olan daha eski ve çok daha gelişmiş uygarlıklar yatar. Yunan mitolojisinde, Avrupa adının kaynaklandığı Evropa, bir Fenike kenti olan Sur'un kralı Agenor'un kızıydı. Bu efsane önemli bir tarihsel gerçeği dile getirmektedir. Avrupa aslında Eski Çağ Yakın Doğu halklarının gerçekleştirdiği birçok icadın mirasçısı oldu ya da bunları benimsedi: Takvim, yazı sanatı, rakamlar, ağırlık ve uzunluk ölçüleri, alışveriş aracı olarak para, ilk madencilik sanayileri ve ticaret düşüncesi. Bunların tümü Avrupa'nın Mezopotamya, Suriye ya da Mısır'dan aldığı yeniliklerdi. Büyük evrensel dinlerin kökeni Avrupa değil, Asya'dır. İbrani gelenekleri de hıristiyanlık aracılığıyla Avrupa kültürüne katıldı ve bu, Yakındoğu'nun Batı üzerine yaptığı en önemli etkilerinden biri oldu. Antik Yunanistan genel olarak demokrasinin doğum yeri sayılır. Ama siyasal konularda yapılan incelemeler sonucunda, demokrasinin, çoğu konargöçer kabilelerin ortak yönetim tarzı olduğu anlaşılmıştır.
Yunanlılar: Demokrasi tohumlarının saçtığı etkiler Eskiçağ Yunanistanı'nda birleştirilerek bir yönetime dönüştürüldü ve yeni bir uygarlık doğdu. Avrupa'nın dünyaya başlıca katkısının kurgusal düşünce alışkanlığı olduğu sıkça söylenir. Bu da İ.Ö. VI. , V. ve IV. yy'larda önce Yunanlılar arasında görüldü. Felsefenin babası sayılan Thales bir Yunanlı olmasına karşın, aslında bir Avrupalı değildi; Küçük Asya'daki Miletos kentinin yurttaşıydı. İ.Ö. 585'te, bir Güneş tutulmasını önceden haber veren ilk kişi olmasının başarısını Mısır gökbilimini iyice incelemesine borçludur. Ancak, Yunanistan'da o zamanlar uygulanan serbest kurgunun yalnız çoğu bilimlerin değil, ayrıca sanatın da gelişmesine yol açan gerçek bir yenilik olduğu asla unutulmamalıdır. Sözgelimi, tiyatro gösterilerinin bir türü Mısırlılar ve Babillilerce de yapılmaktaydı, ama yinelemeli koro konserlerini tragedya ve komedyaya dönüştürenler Yunan oyun yazarları oldu. Eski Çağ dünyasının tüm halkları gerçeği tanımlamanın bir çabası olarak mitoslar ve destanlar türettiler. Bunun ötesine ilk geçen Yunanlılar oldu. Tanrıların ya da doğaüstü olayların öykülerine dayanmaksızın doğayı tanımlamaya çalıştılar, insan mantığının gücüne duyulan bu inanç, Batı'da arkası gelen tüm felsefi ve bilimsel araştırmaların temelini oluşturdu.
Daha sonraki zamanlarda bile teknolojik yenilikler Avrupa'ya Doğu'dan gelmeyi sürdürdü: Modern zamanlara kadar Avrupa'da en yaygın güç kaynağı olan sudolabı bir Mısır buluşuydu; yeldeğirmeni Perslere ait bir icattı; atın etkinliğini büyük ölçüde artıran üzengi Orta Asya'dan geldi; pusula, barut, kâğıt ve basmacılık gibi buluşlar -tıpkı çay ve ipek gibi- Çin'den geldi.
Romalılar: Yunan demokrasisinin yanı sıra Roma İmparatorluğu, Eski Çağ Akdenizi'nin en büyük siyasal başarılarından biriydi. Yunan uygarlığının kalıtçısı olan Romalılar, bunu Ortaçağ ve modern zamanların Avrupa'sına taşıdılar. Ancak, Roma devletinin sınırlarının "Avrupa" ile pek bir ilgisi yoktu. Pers İmparatorluğu'nin gelenekleri doğrultusunda çok ırklı bir topluluktu. Roma, Batı Avrupa'da yaşayan Keltler'in, Doğu ve Güney Akdeniz'in Yunan ve Helen toplumlarının yanı sıra Orta Avrupa'ya kadar ilerlemiş bazı Germen halklarının da topraklarını fethetti. Roma'nın elde ettiği zafer, dev boyutlu bir askerî ve yönetimsel zaferdi. İ.S. III. yy'da Roma yurttaşlığının imparatorlukta yaşayan herkese verilmesi de gene çok akıllıca bir davranıştı. Ama Roma'nın en önemli kuruluşu ordusuydu. Roma'nın büyüklüğünü vurgulayan yollar, amfitiyatrolar, tapınaklar, villalar ve Britanya'dan Suriye'nin doğu sınırına kadar uzanan geniş alanda tek bir kültürün kurulmuş olması, bütün bu olgular Roma lejyonlarının gücü sayesinde gerçekleştirilmişti. Cumhuriyet döneminde askeri bir kariyer, siyasal bir kariyerin de temeliydi, imparatorluk döneminde çoğu imparatorlar askeri başarılarına dayanarak ya da zor kullanarak iktidara geldiler. Avrupa'ya gelince, burasını da ordu fethetti; çiğnemedik yer bırakmayarak uygarlaştırdı. İspanya ve Galya'dan başlayan bu seferler şimdi kuzeydeki İskoçya'ya, Almanya'da Elbe'nin doğusuna ve Orta Avrupa'da Tuna'nın kuzeyine kadar uzandı. Filozof-imparator Marcus Aerelius İ.S. 180'de bu toprakları Germenler'e karşı savunurken öldü. Alpler, Balkanlar ve Karpatlar -geçici bir süre için de olsatümüyle imparatorluk topraklarına katıldı. II. yy. başlarında Trajanus Daçya'yı (günümüzde Romanya) terketti. Roma'nın koruması altında Viyana ile Baltık arasında ticaret yolları açıldı.
Ancak, zaman geçtikçe Roma İmparatorluğu Avrupalıdan çok Asyalı olmaya başladı. İmparatorluk bürokrasisi Doğu'da tanrı gibi tapılan otokrat bir hükümdarın emri altında çalışıyordu. Mısır hem Roma'yı doyuran tahılı hem de hükümet gelirlerinin çoğunu sağlıyordu. Doğu dinleri giderek halk arasında yayıldı. IV. yy'da bunlardan biri olan hıristiyanlık devletin resmî dini olurken, başkent Doğu'ya, Avrupa ile Asya arasında bir sınır kenti olan Konstantinopolis'e taşındı. Bu kent sonraki bin yıl için Avrupa'nın en büyük kent merkezi oldu. Ancak, dış görünüşte bu doğululaşmayla eş zamanlı olarak Roma hukuku, hıristiyanlık ve Yunan düşünce tarzı geleneği hep birlikte tek bir Avrupa kavramı biçiminde gelişiyordu.
Roma, Akdeniz dünyasının zengin yerleşik topluluklarını yönetimi altında biraraya getirdi. Roma İmparatorluğu'nun çoğu kentleri bir zamanlar bağımsız olan Yunan ya da Kartaca kentleriydi. Bunların zenginliği ve güzelliği Roma sınırlarının ötesinde yaşayan daha az gelişmiş Kelt ve Cermen halklarının kıskançlıklarını çekiyordu. Refah içindeki yerleşik toplumla yoksul ama becerikli konargöçerler arasında sürüp giden gerginlik,, çağdaşlık öncesi dünyanın yinelenen bir teması olmuştur. Roma'nın erken dönemlerinde, Kuzey İtalya'da yaşayan Keltler sürekli bir tehdit öğesiydi. Daha sonra, Galya fethedilince, bu kez de Orta Avrupa'nın Germen kabileleri sürekli olarak imparatorluğun sınırlarını zorladılar. II. yy'ın sonları gibi erken bir tarihte bu Cermen kabileleri sınırı aştılar ve ancak Milano'ya kadar ilerledikten sonra geri püskürtülebildiler. Daha sonra, Pax Romana (Roma Barışı) döneminde - İ.S. I. ve II. yy'lar olarak tarihlenen iç barış dönemi - Roma orduları kuzey sınırının güvenini sağlayacak kadar güçlüydü. Ancak, III. ve IV. yy'larda imparatorluk bir dizi bunalım geçirdi.
İç savaşlar, yozlaşan bir nüfus, ekonomik hastalıklar, aşırı bürokrasi ve gücünü yitiren imparatorluk ruhunun tümü birleşerek Romalıların dış istilalara karşı direnme yeteneklerini zayıflattı. Germenler batı Avrupa'nın içlerine göçmeye başladılar. Kimi zaman kendilerine zorla yol açıyorlar, kimi zaman da Romalı yetkililerin onayıyla oralara Roma'nın müttefikleri olarak yerleşiyorlardı. V. yy'da imparatorluk Doğu ve Batı olarak ikiye bölündü. Doğu (Bizans) İmparatorluğu, uygar ve kentsel yaşamın uzun süreden beri süregelen geleneğiyle, daha dayanıklı olduğunu kanıtlayarak bir bin yıl daha varlığını sürdürdü. Öte yandan, batı yarısında yavaş yavaş çözülen Roma sisteminin yerini çeşitli Germen halklarınca yönetilen birtakım krallıklar aldı: Gotlar İtalya ve İspanya'yı işgal ettiler; Merovenj krallarının yönetimi altında Franklar Galya'ya yerleştiler; Anglo-Saksonlar Britanya'yı fethettiler. Batıda Roma İmparatorluğu'nun çöküşü, Ortaçağ Avrupası kültürünün temelini oluşturacak bir Latin ve Germen öğelerinin bileşimine yol açtı.
Not: Roma İmparatorluğu, geniş beldeler içeren topraklarını büyük bir orduyla korurdu. Lejyonerler bu ordunun temelini oluşturuyordu. Lejyonerler Roma vatandaşı olan kişilerden seçilirdi.
Ara Pads ya da Barış Sunağı, Roma Senatosu tararından Augustus onurlandırmak için yaptırılmıştı. Sunak hem Roma ordusunun gerçekleştirdiği seferlerin başarısı hem de Yunan ve Roma kültürlerinin bütünleşmesi anısına adanmıştı. İlk Roma imparatoru olan Augustus dönemi, Pax Romana (Roma Barışı) diye anılan bir çağa rastladı.
ORTA ÇAĞ AVRUPASI
Geç Roma İmparatorluğu'nun etnik bileşimini tam bir kesinlikle saptamak güç olacaktır. Kültürü bir Yunan ve Roma karışımıydı. İmparatorlar genelde İspanyol, Kelt ya da İllyria kökenliydi. İmparator Philippus (244-49) Arap kökenliydi ve büyük "Romalı" yargıç Ulpianus Suriye'den gelmişti. Kendi yönetimlerini benimseten Germen istilacılar zamanla Galya, Britanya, İtalya ve İspanya'da karmaşık Latin ve Kelt mirasına sahip çıkan ve büyük çoğunluğu hıristiyan olan nüfusun içinde eridiler. Sonuçta, Germen âdetleri, hıristiyan ahlâkıyla Roma hukukunun bir karışımı oldu. Batı Avrupa'da imparatorluk otoritesinin çökmesi sonucu hıristiyan piskoposlar Roma geleneklerinin koruyucusu durumuna geldiler. «Karanlık Çağlar» adı verilen, uygar yaşamın Batı Avrupa'da tam anlamıyla yok olduğu VI., VI., ve VIII. yy'larda kilise dünyevi gücü önemli ölçüde üstlendi. Bu düzen kuzeyde XVI. yy'daki Reform hareketlerine ve Katolik ülkelerinde XVIII., hattâ XIX. yy'lara kadar sürdü.
Müslümanların fetihleri: VI. yy'da egemen bir Akdeniz gücü olarak kalan ve İtalya'yı yeniden denetimi altına alan Bizans İmparatorluğu, VII. ve VIII. yy'larda müslümanlığın yükselişi ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika'da başgösteren Arap yayılması yüzünden ciddi bir bunalım döneminden geçti. Müslüman fetihleri Batı Avrupa için de büyük bir tehlike yarattı. Zaten İslâm dünyası ile hıristiyan Batı arasındaki düşmanlığın başlıca nedenlerinden biri de budur. Bu düşmanlık Avrupa'ya bugünkü toprak, kültür ve ruh birliğini kazandırdı. Hz. Muhammed'in Mekke'de yeni dini duyurmasından sonra geçen yüzyıl içinde Suriye, Filistin, Mezopotamya, İran, Mısır ve tüm Roma Kuzey Afrikası'nda Arap egemenliği kurulmuştu. Bizans'ın başkenti Konstantinopolis (İstanbul) bile 674'ten 678'e kadar her yıl Arap saldırılarına uğradı. VIII. yy'ın başlarında Cebelitarık boğazını geçen müslümanlar, İspanya'yı baştan başa fethederek Galya'yı (Fransa) istilaya giriştiler. Ama burada Franklar'ın lideri Charles Martel Arapları durdurdu (732). Bu zaman içinde Akdeniz -Yunanistan kıyılarına yakın sular ve hâlâ Bizans İmparatorluğu'na ait olmakla birlikte sayıları giderek azalan İtalyan limanları dışında- bir müslüman gölü olmuştu.
Karolenjler dönemi: VIII. yy., hıristiyanlığın canlanışına ve modern Avrupa düşüncesinin ortaya çıkışına tanık oldu. Roma kilisesini yöneten papa, İtalya'nın son Toton istilacıları olan Lombardların elinde tutsak gibiydi. İtalya'da kendilerini destekleyenlerin düşmanlığını kazanmış olan Bizanslılar, Roma yönetimini korumaya vakit ayıramayacak kadar kendi başlarının derdine düşmüşlerdi. Yüzyılın ortalarında Zacharias ve Stephanus II adlı papalar Franklara yanaştılar. Merovenjleri devirip yerine geçen Charles Martel'in kurduğu Karolenj sülalesini tanıyarak Karolenjlerle bir ittifak oluşturdular. İtalya'daki Lombardları yenilgiye uğratan Karolenjler, orada kendi iktidarlarını kurdular ve papalara özgürlüklerini geri verdiler. 800'de, Papa Leo III, Karolenj kralı Charlemagne'a «Batı imparatoru» unvanıyla taç giydirdi. Kuramsal olarak bu, biri Roma'da, öteki de Konstantinopolis'te olmak üzere iki hükümdarlı bir Roma İmparatorluğu'nun yeniden kurulması demekti. Ama aslında, gerek Frank imparatorluğu gerek ardılı olan Kutsal Roma imparatorluğu Germen kökenliydi. Bizans imparatorları Charlemagne ve ardıllarına tahtı gasbedenler gözüyle bakıyorlardı. Karolenjler, Bizanslıların Venedik ve İllyria toprakları üzerinde iddia ettikleri hakları tanımalarına karşın, Charlemagne'nın taç giymesinin Bizans ile Batı arasındaki yabancılaşmaya yeni boyutlar kazandırması sonucu, Doğu ortadoks kilisesi ile Latin katolik kilisesi arasında hizipleşme baş gösterdi.
Bu arada, Avrupa'nın hıristiyanlaştırılması değişik bazı merkezlerden sürüp gitmekteydi: V. yy'da hıristiyanlığı benimseyen ve Germen istilasına uğramayan İrlanda, VI. yy'da, Roma ve Konstantinopolis gibi, Britanya ve anakaraya da misyonerler gönderdi. Charlemagne, Orta ve Kuzey Almanya'daki Saksonlara hıristiyanlığı zorla benimsetti. Doğu Avrupa'nın İslavları ve diğer halklar, kimi katolikliği ve kimi de ortodoksluğu olmak üzere hıristiyanlığı IX. ve X. yy'larda benimsediler. Aynı dönemde Karolenj sülalesinin çökmesi sonucu Avrupa putatapan son Germen halklarınca yağmalandı: İskandinavya'nın Vikingleri, IX. yy'da İngiltere, İrlanda ve Kuzey Fransa'yı işgal ettiler ve X. yy'da Rus devleti Kiev'i kurdular. Ancak, sonunda onlar da hıristiyanlaştılar ve doğan Avrupa uygarlığına katıldılar.
Bugünkü Fransa, Almanya, Benelüks ülkeleri, İsviçre ve Kuzey İtalya gibi Avrupa'nın göbeğindeki toprakları birleştiren Karolenj İmparatorluğu, Karanlık Çağları öğrenme döneminin ilk evresini besledi. İmparatorluk IX. yy. ortalarında dağıldıysa da imparatorluk ülküsü yaşadı. X. yy'da papalar, impartorluk unvanını eski Karolenj ülkesinin doğu kesiminde ortaya çıkan Germen Krallığı'nın hükümdarlarına vermeye başladılar ve Alman kralları bu unvanı XIX. yy'ın başlarına kadar korudular.
Yükselen Orta Çağ: Orta Çağ kültürü XI., XII. ve XIII. yy'larda tam anlamıyla gelişti. Bu, büyük bir mayalanma ve değişiklikler dönemiydi. Ortaçağ Avrupası kuramsal olarak birleşik bir varlıktı: Hıristiyanlık. Bir dünyevi lider (Kutsal Roma-Germen imparatoru), bir de ruhani lîder (papa) vardı. Aslında, feodal sistem diye anılan bir biçimde örgütlenmiş çok sayıda ayrı derebeyliklerden oluşmaktaydı. Feodalizm, bir haklar ve görevler dengesiydi. Ancak, sıradan insanlar, efendiler (askerî ve dinsel aristokrasinin üyeleri) için askerî hizmet yapmak koşuluyla toprak sahibi olabiliyorlardı. Toprak sahibi olanlarla burada çalışan köylüler ya da sertler arasındaki ilişkiye senyörlük denirdi.
Sonuçta, Avrupa ülkelerinde krallıklar bu dönemde yavaş yavaş ortaya çıktı. Karolenj İmparatorluğu'nun bölünmesiyle Fransa ve Almanya oluştu. X. yy'da Vikinglere karşı verilen savaşım sırasında Anglosakson krallarınca birleştirilen İngiltere, Normanlarla bağlantı kurdu. Kuzeyde varlıklarını sürdürebilen hıristiyan devletçiklerin yüzyıllar boyu süren bir savaşım sonunda ülkeyi müslümanların elinden geri almaları üzerine İspanya zamanla gelişti. Doğuda, Polonya, Macaristan ve Bohemya katolik hıristiyanlığı benimsemelerinin ardından Avrupa yörüngesine oturtuldu. Kuramsal olarak Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun bir parçası olan İtalya bölünmüş durumda kaldı: Kuzeyi birtakım kent devletçiliklerince işgal edilmişti, orta alanları papalığın ve güneyi de bir Norman krallığı olan Sicilya'nın denetimi altındaydı.
XI. ve XIII. yy'lar arasında Papalık, gücünü ve bağımsızlığın artırdı. Papalar kilisenin kontrolü için Kutsal Roma Germen imparatorlarıyla uzun bir savaşıma giriştiler ve bu savaşımdan zaferle çıktılar. Haçlı Seferleri ya da Kutsal Savaş papaların başlıca silahlarından biriydi. Önceleri doğrudan müslümanları hedef alan Haçlı Seferleri, daha sonra Doğu Avrupa'daki Prusyalı puta taparlar kadar hıristiyan sapkın mezheplilere karşı da kullanıldı. Haçlı akımının başlıca hareket noktasını Orta Doğu'ya yapılan bir dizi sefer oluşturdu. Amaç, Müslümanların yayılışını durdurmak ve hıristiyanlık açısından kutsal sayılan Flistin'deki yerleri yeniden ele geçirmekti. XI. yy'ın sonunda Filistin ve Suriye'de bazı Avrupa kolonileri kuran Haçlılar, bunları XIII. yy'ın sonlarına kadar ellerinde tuttular. Yönü değişen Dördüncü Haçlı seferi (1204) Konstantinopolis'e saldırarak Bizans imparatorunu devirdiyse de, 1261 'de imparatorluk daha küçülmüş bir biçimde yeniden kuruldu. Papalık, ayrıca, manastır keşişlerinin ve Engizisyon'un desteğini de elinde bulunduruyordu. Engizisyon XIII. yy'da dinsel muhaliflerini cezalandırmak üzere kurulmuş bir mahkemeydi.
Ekonomik açıdan Ortaçağ döneminin başlıca özelliği, tarımdaki gelişmeler ve gerek tarımda gerek kent yaşamında gerçekleşen büyük canlılıktır. Kentlerin büyümesi, özellikle İtalya ve Benelüks ülkelerinde çok önemliydi. Burada kentler feodal aristokrasinin denetiminden kurtulmuştu ve tüccar oligarşilerince) yönetiliyordu. Gene aynı ölçüde önemli olan Karolenjlerle başlayan dönemin özelliğiyse, edebiyat ve sanat akımlarının daha da gelişmesidir. Antik Yunan ve Roma klasikleriyle -ve özellikı, de Aristoteles'in felsefesiyle- yeniden tanışma, XII. yy'da kurulmaya başlayan üniversite merkezlerinde entelektüel bir akım yarattı. Latince akademisyenlerin diliydi, ama sıradan yaygın diller (Fransızca, İtalyanca, Almanca, İngilizce, vb'nin erken biçimleri) edebiyat yapıtlarında kullanılmaya başlandı. Ortaçağ uygarlığının mimarlık başyapıtlar hâlâ Avrupa'yı baştan başa süsleyen Roman ve Gotik kiliselerin birçoğunda görülebilir.
Orta Çağ uygarlığının çöküşü: XIV. yy'da Kutsal Roma Germen İmparatorluğu önemini yitirirken ve Papalık hizipleşme yüzünden zayıflarken, ulusal monarşiler güçlerini ve saygınlıklarını artırdılar. Yüzyılın başlarında Avrupa nüfusu Roma'nın çöküşünden bu yana belki de en iyi durumdaydı. Ama insanlar eski zamanları hâlâ altın çağ olarak görüyorlardı. Onlar için Roma'nın geçmişteki görüntüsü gelecekteki herhangi bir dönemdem çok daha çekiciydi. 1400'den önce, görünürde Avrupa'nın geleceği parlak değildi: Güney İspanya müslümanların elindeydi ve Rusya Mogollara haraç veriyordu; Batı hıristiyanlığı hâlâ kapalı bir dünyaydı. Asya'nın zenginliklerine giden yol, güney ve doğudaki tüm toprakları denetimleri altında tutan düşman İslâm güçlerince kesilmişti ve müslümanlar her zamankinden daha güçlü görünüyorlardı.
Bu sınırlı Avrupa içinde otorite parçalanmış gibi görünüyordu. Roma'dan ayrılıp Avignon'da Fransa kralının yumruğu altında yaşamaya başladıkları 1307'den 1378'e kadar süren dönemde papalara duyulan saygı azaldı. Bunu izleyen yıllarda türedi hak talepçilerinin papalık unvanına sahip olmak için verdikleri savaşım sonucu kimsenin bu dinsel makama saygısı kalmadı. Yüzyılın ikinci yarısında Fransa ve İngiltere «Yüzyıl Savaşları» adı verilen bir savaşı başlatmışlardı. Sonunda İtalya da bu savaşın içine sürüklendi. Almanya'da, çeşitli büyüklükte yüzlerce prenslik yalnız kendine ait topraklarla ilgilenen bir imparatorun yönetimi altında huzursuzdu. Asıl hepsinden daha dehşet verici olan 1347-1351'de başlayarak 10 yıllık dönemler halinde Avrupa'yı üst üste kasıp kavuran ve nüfusu belki de yarı yarıya indiren "kara ölüm" ya da "hıyarcık vebası"ydı. Bu salgınların uzun vadeli sonuçları oldu. XII. ve XIII. yy'lara damgasını vuran iyimserliği ve ekonomik büyümeyi büyük ölçüde budadı.
Aynı zamanda, Avrupa bir kez daha dışardan tehdide uğramıştı. Batı Anadolu'da küçük bir müslüman sülale olarak ortaya çıkan Osmanlı Türkleri, XIV. yy'ın sonlarına doğru Balkanlar'ın büyük bir bölümünü fethettiler, daha sonra Bizans İmparatorluğu'nu ortadan kaldırıp, Konstantinopolis'i ele geçirerek, burasını İstanbul adıyla kendi başkentleri yaptılar (1453). Bunu izleyen yüzyılda Avrupa devletlerini baskı altında tutmayı sürdürdüler. Türk orduları 1477'de Venedik ve 1500'de Vicenza dolaylarına ulaştı, 1529'da Viyana'yı kuşattı.
İslâm'la karşılaştırıldığında, hıristiyanlık genellikle savunmada ve bir ya da iki kuşaktan fazla yaşamazmış gibi görünüyordu. Çin'in Ming sülalesiyle karşılaştırıldığında, Avrupa kaba, amaçsız ve istikrarsızmış gibi görülebilirdi. Moğol İmparatorluğu ile karşılaştırıldığında, kendi aralarında bölünmüş ve daha güçlü komşularınca yutulmayı bekleyen birtakım yerleşik çiftçiler sayılabilirlerdi. Orta Çağ'ın Avrupa ordularına bakıldığında, eski Roma lejyonlarının bir tekinin bile büyüklüğüne erişememiş, derme çatma, önemsiz birlikler niteliğindeydiler. Ancak, yine aynı dönem, dünyada Avrupa'nın durumunu değiştirecek büyük gelişmeler oldu.
ÇAĞDAŞ AVRUPA'NIN DOĞUŞU
XV. yy'dan XX. yy'a kadar Batı'nın tarihi sanatta, dinde, bilim ve teknolojide, siyasal ve ekonomik alanlarda ve insanların kendi kavramlarında devrimci değişimlerle tanımlanır. Rönesans: Bu devrimin ilk aşaması, XIV. yy'da İtalya'da başlayan Rönesans ile ilgilidir. Başlangıçta Rönesans edebiyat ve güzel sanatlara yönelik bir akımdı. Eskiçağ klasik yapıtlarının daha mükemmel bir taklidini başarma isteği onu Orta Çağ geçmişinden ayıran başlıca nedenlerden biri oldu. Ama Eski Çağ Yunan ve Roma sanatının derinliklerinden gelen biçimleri yeniden yaratma girişimi yeni icatlara yol açtı. Lirik şiirde, dramada ve eleştiride Avrupalılar eskilerle eşit duruma gelir ya da onları aşarlarken, aynı zamanda roman gibi yeni türler de yarattılar. Yeni ve daha gelişmiş müzik aletlerinin yapılması, müziği daha yüksek bir düzeye çıkardı ve dinsel olmayan müzik daha büyük önem kazandı. Görsel sanatlarda, özellikle resimde, Rönesans ustaları klasik dönemde düşlenen her şeyi aştılar.
Rönesans ideal olarak uzak geçmişe bakmasına karşın, yakın geçmişi yansıtması, yeni yönlere açılmanın güdüsünü sağladı ve yeni bir başlangıcın bilinci kısa sürede çağın egemen teması oldu. Rönesans'ın hümanizm diye anılan entelektüel yanı, insani değerleri ve bireyin saygınlığını vurguladığı için önemliydi. Bunun daha sonraki Avrupa düşüncesinde güçlü bir etkisi olacaktı.
Bu yaratıcı canlılık patlaması tek bir etkene dayandırılarak açıklanamaz. Kuşkusuz, İtalya'nın gelişen kent kültürüne çok şey borçludur. Ama bireysel yaratıcılığı besleyen özgürlük havası daha eski etkilerin ürünüydü. Erken Germen kabilelerine kadar dayanan feodal sistem ve geleneksel kuralların tümü prenslerin ve hükümetlerin denetimi dışında kişisel mülkiyet kavramının gelişmesine izin vermiştir. Bir Hıristiyan ülküsü olan kişinin ölümsüz ruhu gibi, laik devletten bağımsız bir kilise geleneği de önemli rol oynamıştır. Gücün sayılı bazı merkezler arasında dağılmış olduğu bir toplum, bütüncül ya da despotça bir otoriteyle yönetilen bir toplumdan çok daha fazla hareket özgürlüğüne izin vermiştir.
Denizaşırı yayılmacılık: Yine Rönesans'la ilgili olarak çeşitli teknolojik buluşlar çağdaş dünyanın doğuşunda çok önemli bir rol oynadı. Bunlar pusula, barut ve matbaa gibi icatların benimsenmesini içeriyordu. Bunların tümü de klasik geçmişte değil, Çin'de geliştirilmişti, ilk ikisi, XV. yy. ortalarında büyük Avrupa girişimleri olarak başlayan keşifler ve yayılmacılık için gerekliydi. 1440-1540 yılları arasında Avrupalı denizciler ve kâşifler ilk kez yerkürenin gerçek boyutlarını gözler önüne serdiler. Dünyayı çepeçevre do|aşmaları sonucu Büyük Okyanus'un karşı kıyılarında ticaret bağlantıları kurarak, geniş yeni bölgeleri kendi kıtalarıyla temasa geçirdiler. İlk öncüler Portekizliler oldular; İspanyol, Fransız, HollandalI ve İngiliz denizcilar onları izledi. Kristof Kolomb ve Amerigo Vespucci gibi İtalyanlar bu batılı öncülerle kaptan ya da rehber olarak denize açıldılar.
Gerek Kolomb'un Amerika'yı keşfetmesi, gerek Vasco de Gama'nın Afrika'nın çevresinden dolanarak Doğu Hint adalarına giden bir deniz yolu bulması Avrupa için büyük önem taşıyordu. Kolomb'dan önce başkaları da Atlas okyanusunu aştılar; ne var ki bu gezilerin dünyanın geriye kalan bölümü için hiçbir önemi yoktu, çünkü bu gezilerden haberleri bile olmamıştı. Kolomb Hindistan'a batıdan bir yol bulma girişiminde başarısız olmuştu, ama onun keşifleri daha önce hiç bilinmeyen iki büyük kıtanın Avrupa ile Asya arasında yattığı gerçeğinin ortaya çıkmasına yolaçtı. Bir "Yeni Dünya''nın var olduğunun gün ışığına çıkması ve Hindistan ile Uzakdoğu'nun egzotik toplumlarıyla doğrudan temas kurulması, Avrupalının hayal gücünü kamçıladı ve ortaya yepyeni düşünceler döküldü.
Bu keşif yolculuklarının ekonomik etkileri de aynı biçimde verimli oldu. Amerika ve Asya'nın zenginlikleri Avrupalı serüvenciler için çekici bir ödüldü. Ateşli silahları onlara yeni karşılaştıkları insanlara kendi isteklerini zorla kabul ettirme üstünlüğü veriyordu. XVI. yy'ın ilk yarısında İspanya Güney ve Kuzey Amerika'nın geniş alanları üzerinde denetim kurma başarısını gösterirken, Portekiz de Asya yolu üzerinde güçlü bir ticaret kaleleri ağı kurdu. Bu da onlara Doğu'nun zenginliklerini sömürme olanağı sağladı. XVII. yy'da Doğu Hint adalarında Hollandalılar Portekizlilerin yerini aldı; İngiltere ve Fransa her iki Amerika'da kendileri için imparatorluklar kopardılar. Tarım ürünlerinin, hammaddelerin ve imalat mallarının alışverişi sonucunda tarihte ilk kez gerçek bir dünya pazarı yaratıldı. Patates ve mısır Amerika'dan Avrupa'ya ve Afrika'ya, evcil hayvanlar ve buğday Avrupa'dan Amerika'ya taşındı; pirinç ve şeker gibi Asya ürünleri Peru ve Antiller'in başlıca geçim kaynağı oldu. Çok sayıda köle, tarım işçisi olarak Afrika'dan Amerika'ya götürüldü. Kolombiya, Meksika ve Bolivya'nın altın ve gümüşü Avrupalıların hem masalarında ışıldadı hem de ceplerini doldurdu. Frengi Amerika'dan Avrupa'ya geri getirilirken Batı Yarı Küre'ye götürülen kızamık, grip ve çiçek hastalığı Amerikan Kızılderili nüfusunun çoğunu kırıp geçirdi.
Not: XIV. yy'ın ikinci yarısında, Fransa ve İngiltere krallıkları, Fransa'daki İngiliz mülkleri nedeniyle uzun bir savaşa tutuştu (Yüz Yıl Savaşları). Bu sırada, Büyük Roma-Germen İmparatorluğu tahtı Lüksemburg sülalesinin eline geçti. Doğudaysa Bizans İmparatorluğu, Anadolu'da Türklerin, Balkanlar'da İslav prensliklerin baskısı altına girdi.
Reform hareketleri: Denizaşırı yayılmacılık döneminin ortalarında, Avrupa büyük bir dinsel kargaşanın deneyiminden geçti. Orta Çağ'ın son dönemlerinde kilisede bir reform yapılması gereği giderek artan boyutlarda hissediliyordu. Papazların dünyevi işlere bulaşmasından ve kokuşmasından yakınanlar, ilk hıristiyanların basit maçlarına dönmek istiyorlardı. Bu eğilim kendini çeşitli muhalif ve sapkın akımlar biçiminde gösterdi. Bunlardan bazıları ana kilisenin içine çekildi; ötekilerse ya yeraltına sürüldü ya da kovuşturma sonucunda silinip gitti. Din reformu yönünde başlatılan akım Rönesans'ın sorgulayıcı ruhuyla desteklendi. Tıpkı Rönesans gibi, esinini geçmişte aradı. Ama aynı zamanda da -kurulu düzeni reddettiği için- yeni düşünce akımlarının kaynağı oldu. Her iki akımın yayılmasını basılı kitapları elde etme olanağının giderek artması çok kolaylaştırdı.
Reform, bir Alman keşişi olan Martin Luther'in açıkça resmî kiliseye karşı çıkarak Incil'i tek inanç kaynağı ilan etmesi ve papa ile piskoposların otoritesini reddetmesi sonucu 1517'de başladı. Birtakım Alman prenslerinin onu desteklemeleri üzerine protestanlık diye anılmaya başlayan reform hareketi, Almanya aracılığıyla İsviçre'ye, İskandinavya'ya, Hollanda'ya, Fransa'ya, İngiltere'ye ve İskoçya'ya değişik biçimler alarak hızla yayıldı. Protestanlar güç kazandıkça uluslar birbiri ardı sıra savaşçı hiziplere bölündüler ve eski inanca bağlı olanlar onu savunmak amacıyla güçlerini birleştirdiler. Bu savaşım aralıklarla XVII. yy'ın sonlarına kadar sürdü. Sonunda iki taraf da birbirine üstünlük sağlayamadı. Çoğu yerde, özellikle Akdeniz topraklarında eski inanç yani papaya bağlı katoliklik - egemenliğini sürdürdü ve Kuzey Avrupa (İrlanda ve Polonya dışında) protestan oldu. Almanya ve İsviçre gibi bazı ülkeler dinsel açıdan bölündü. XVIII. yy. başlarında, yaklaşık 200 yıl süren dinsel çatışmalardan Avrupa yorgun düşmüştü ve daha sonraki dönemde dinsel inanca verilen önemin giderek azaldığı görüldü.
Bilimsel devrim: Erken çağdaş Avrupa'nın bilincini olumlu yönde değiştiren son ve belki de en köklü değişiklikler modern bilimdeki gelişmelerin ürünüdür, insan mantığına inancı ve özgür soruşturma ruhuyla, Eski Çağ Yunan bilim geleneği Avrupa'nın Eski Çağ'dan aldığı mirasın bir parçasıydı. Pek çok bilimsel Yunan yapıtı Orta Çağ'ın değişik dönemlerinde müslüman bilginlerce çevrilerek Avrupa'ya tanıtılmıştı. Bu bilgi birikimi XVI. ve XVII. yy'lardaki bilimsel devrimin temelini oluşturdu. Bunlar daha sonra Rönesans, Reform hareketleri ve keşif yolculukları gibi yeniliklerle beslendi. Daha başka destek doğanın gücünü araştırma konusunda insan yeteneğini vurgulayan simya geleneğinden geldi.
Erken dönem modern bilim adamının karşısına dikilen en önemli soru işaretleri doğa, evrenin çalışma koşulları ve insanlarla doğal dünya arasındaki ilişkilerle ilgiliydi. XVI. yy'da, okumuş çoğu insan, Aristoteles gibi, Yer'in evrenin merkezi olduğunu düşünüyordu. Güneş, Ay ve gezegenler billur küreler içinde Yer'in çevresinde dönmekteydi. Hiç değişmeyen gökyüzü cisimlerinin hareketelerini tinsel bir güç sağlıyordu. Evren konusunda bu görüşü düzeltme çalışmaları Polonyalı gök bilimci Mikolaj Kopernik ile başlayacaktı. Kopernik, De Revolutionibus Orbium Coelestium (Gökyüzü Cisimlerinin Dönmeleri Üzerine, 1543) adlı kitabında Yer'in Güneş'in çevresinde döndüğünü öne süren Güneş merkezli bir sistem öne sürmüştü. Bu sav XVI. yy. sonlarıyla XVII. yy. başlarında Tycho Brahe, Johannes Kepler, Galileo Galilei ve başka bazı bilim adamlarınca daha açık seçik hale getirildi. Kopernik kuramı zamanla benimsendi. Ama dinsel nedenlerden dolayı pek çokları için son derece endişe vericiydi. Yer merkezli bir evren hem Kutsal Kitap'ın öğretisine hem de yeryüzünün tanrısal alanda çok önemli bir yeri olduğu düşüncesine uygun düşüyordu. Ama eğer yeryüzü, ileri sürüldüğü ve pek çok kişinin doğruladığı gibi, sınırsız boyutlara ulaşan bir evrende varolan çok sayıdaki sistemden biri olan Güneş sisteminde yer alan birkaç gezegenden biriyse, Yer'in özel statüsü artık o kadar önemli sayılamazdı. Aslında kilise yetkilileri Galileo'nun Güneş merkezli sistem konusunda ders vermeyi yasakladı. Kopernik, Kepler ve Galileo'nun çalışmalarını büyük İngiliz bilim adamı Sir İsaac Newton tamamladı. Newton, Principia Mathematica'sında (Matematik İlkesi, 1687) modern fiziğin ilkelerini saptadı; gökyüzü cisimlerinin hareketlerini açıklayan devinim ve yerçekimi yasalarını matematik yönünden kanıtladı.
Aynı dönemde, diğer bilim dallarında da ilerlemeler kaydedildi: Andreas Vesalius insan anatomisinin ilk kesin tanımını verdi; William Harvey kan dolaşımının açıklamasını yaptı ve Antoni van Leeuwenhoek mikroorganizmaların varlığını buldu.
Yeni bilim için kuramsal bir temel sağlamak üzere çeşitli girişimlerde bulunuldu. Francis Bacon ve René Descartes bu alanda en önemli çalışmaları gerçekleştirdi. Bacon'ın yöntemi insan bilgisini görülebilir ve ölçülebilir şeyler üzerinde odaklaştırmaktı. Genellemelerin hayali varsayımlara değil, deneysel buluşlara dayanması gerektiğini savundu. Descartes tinsel niteliklerden yoksun, sahipsiz bir evren öne sürdü. Bu evren ancak mekanik ve matematikle ilgili terimlerle tanımlanabilirdi.
Tüm bu yeniliklerine karşın, Bacon, Descartes ve Newton'ın yazıları gene de varlığın çalışmalarını yansıttığını kanıtlamak için çaba gösterdiler. Ne var ki bunu ancak söz konusu bilim adamlarının izinde yürüyen XVIII. yy. "Aydınlanma Çağı" filozofları gerçekleştirebildiler. Aydınlanma Çağı filozofları bilimi tanrı bilimden ayırma çalışmalarını tamamlayarak, din dışı bir dünya görüşünün temellerini attılar.
Not: 1555-1556'da Habsburgların topraklan Ispanya kralı Felippe ll'yle amcası imparator Ferdinand I arasında paylaşılmıştı. Bu olaydan kısa bir süre sonra Hollanda'da İspanyol yönetimine karşı büyük bir ayaklanma başladı; bu arada Avusturya Habsburgları da bir yandan Almanya'da Protestanlığın gelişmesiyle bir yandan da doğuda müslüman Türklerin ilerleyişiyle karşılaştı.
Ulus devlet: Avrupa'nın siyasal kuruluşlarının en önemli özelliklerinden biri ulus devlettir. Orta Çağ'ın sonlarından Fransız Devrimi dönemine kadar olan süreçte yüzyıllar boyunca gelişen bu kuruluş, başlangıçta belirli bir monarşi ya da sülaleye bağlılığa, daha sonra da ortak bir dil ve geleneklere sahip insanların birliğine dayanıyordu. İngiltere, Fransa ve İspanya XV. yy'a gelindiğinde ulusçuluğu başarmışlardı. Hollanda, İsveç, Prusya ve diğerleri XVI. ve XVII. yy'larda onları izlediler. Bu oluşumdan ulusçuluk öğretisi ortaya çıktı: Her ulusal grubun bağımsızlığa ve özgür iradesini kullanma hakkına sahip olduğu inancı. Bu öğreti XIX. ve XX. yy. dünyasının en güçlü ideolojik kavramlarından biri oldu.
Bugün ulus devlet, yönetim örgütünün normal biçimi olduğu halde, dünya birliği savunucuları ulus devleti bir bölünme ve anlaşmazlık kaynağı olarak sürekli eleştirilmektedir. Öte yandan, XV ve XVI. yy'larda, Avrupa çalkantılı feodal dönemden henüz çıkarken, ulusal monarşi (yasaların tek kaynağı olan güçlü bir merkezî otorite) barış ve güven içinde yaşamanın en sağlam güvencesi sayılıyordu. Gerçekten de oluşumları sürecinde genç ulus devletleri uzun ve sancılı iç savaşların deneyiminden geçtiler. Ama bu oluşum sürecinde yavaş yavaş güçlenerek, yalnızca Avrupa devletleri olmak yerine dünya güçleri oldular.
Avrupalıların Amerikalı ve Afrikalı halklara karşı kazandıkları zaferlerde önemli bir etken olan barut, ayrıca Avrupalı kralların ülkelerinde yönetimlerine karşı çıkanları yok etmelerine de yardımcı oldu. Barutun ilk etkili kullanımı topçuluk alanında gerçekleşti. Hem karada hem de ağır topların daha kolaylıkla hareket ettirildiği denizde, özellikle büyük ilgi gördü. Küçük ateşli silahlar daha sonra geliştirildi ve XVII. yy'dan önce hemen hiç önem verilmedi. XVII. yy'ın sonlarından XIX. yy'ın başlarına kadar standart piyade silahı olan çakmaklı tüfek bile son derece güvensizdi. İlk gerçekten etkili hafif silah olan tüfek, Fransız Devrimi ve Napolyon'un savaşlarının (1792-1815) bitimine kadar Avrupa ordularınca yaygın olarak kullanılmadı. XIX. yy'ın ortalarına kadar, kılıçlarla silahlanmış süvariler savaşlarda hâlâ kesin sonuç alıcı bir rol oynuyorlardı.
Kapitalizm ve sanayi sisteminin başlangıcı: Bir bakıma kapitalizm, tıpkı ticaret gibi, ilk tüccarlar İsa'dan binlerce yıl önce lav taşlarını Fırat ırmağından aşağı Mezopotamya kentlerine taşıdıkları zaman başladı. Eskiçağ dünyasında bankacılığın ve tefeciliğin basit biçimleri gelişti. Ama çağdaş anlamda kapitalizmin temelleri Ortaçağ Avrupası'nın son dönemlerinde atıldı. Modern finans, uluslararası dalgalanmalar ve kumarbazlık ruhu o dönemin İtalyan, özellikle Floransalı bankerlerinin işiydi. Çağdaş bankacılık yöntemleri İtalya'dan Avrupa'nın başka yerlerine, XVI. yy'ın büyük finansman merkezi olan Antwerp'e, XVII. yy'da Antwerp'in izinde yürüyen Amsterdam'a yayıldı.
Bilimsel bilgi toplamanın yayılması ve kapitalizmin gelişmesi. XVIII. yy. İngilteresi'nde başlayan sanayileşme sürecinin temellerini attı. Binlerce yıldır tek tek esnaflar ve zanaatçılar tarafından küçük çapta taşınan imalat hammaddeleri şimdi büyük fabrikalara aktarılarak makinelerle işleniyordu. Doğal kaynaklar bakımından zengin olan İngiltere'nin ekonomik gelişimi baltalayacak iç ticaret barikatları yoktu. Ayrıca, topluma ayak uyduramayan büyük bir kitleye (anglikan kilisesine bağlı olmayan protestanlar) sahipti. Öte yandan, yasalar protestanların herhangi bir meslek edinmelerini yasaklıyordu. Bu koşullar, üretimi bir merkezde toplamak ve makineleştirmek için elverişli bir ortam sağlıyordu. Böylece suyu ve buhar gücünü kullanmak, XVIII. yy. sonlarıyla XIX. yy. başlarında işgücünde tasarruf sağlamak için gerekli makineleri geliştirmek bu "ayaktakımı" denen toplum dışı insanlara düştü. 1900'den önce Avrupa'nın geriye kalan bölgelerine, ABD'ye ve sonuçta dünyanın her yerine hızla yayılan bu «sanayi devrimi», insan yaşamının 200 yılı aşkın bir süredir sürüp giden maddi koşullarını değiştirdi.
Nüfus ve tıp devrimi: Avrupa'nın sanayi devrimini gerçekleştiren nüfusu bugüne oranla çok kalabalık değildi. XVIII. yy. başlarında yaklaşık 20 milyonluk nüfusuyla Fransa, Avrupa'nın en kalabalık ülkesiydi. Prusya, Avusturya ve Almanya'da da bir 20 milyon kadar insan daha yaşıyordu. İtalya'da nüfus 14 milyona, Büyük Britanya ve İspanya'nın her birinde yaklaşık 7 milyona ulaşıyordu. Petro l'in yönetiminde batılılaşma sürecini başlatan Rusya'nın nüfusu yaklaşık 14 milyondu. Avrupa'nın en büyük kentleri olan Londra ve Paris'in her birinde yaklaşık 600 000 ya da 700 000 kişi yaşıyordu. Kuzey ve Güney Amerika'nın toplam nüfusu 18 milyonu bile bulmuyordu. Aynı dönemde, Çin'in ve Hindistan'ın nüfusları sırasıyla 300 milyonun ve 100 milyonun üstündeydi.
1750'lerde Avrupa'nın ve tüm dünyanın nüfusu beklenmedik bir hızla artmaya başladı. XVIII. yy. ortalarından yaklaşık 700 milyon olan dünya toplam nüfusu bugün 4 milyarın üzerine çıkmıştır. Bu artış erken evrelerde tıpta gerçekleşen ilerlemelerin sonucu değildi. Sağlık bakımından köklü gelişmeler XIX. yy'ın ortalarından önce gerçekleşmedi. XVIII. yy'da görülen nüfus artışı yiyecek dağılımının artmasıyla ilgiliydi. Daha sonra, çağdaş tıp biliminin çarpıcı başarıları sonucu ölüm oranında umulmadık bir gerileme olmasıyla, bu "nüfus patlaması" meydana geldi.
XIX. yy'dan başlayarak, araştırma dalında birtakım engellerin aşılması, hastalıkların tedavisinde devrimci değişimlerin temellerini attı. Öncü çalışmalar Fransız kimyacısı Louis Pasteur'den geldi. Pasteur, bulaşıcı hastalıkların nedeninin mikroorganizmalar olduğunu öne süren temel ilkeyi ortaya attı. Alman bakteri bilimci Robert Koch, belli organizmaları belirli bazı hastalıklara bağlama olanağı veren yöntemler geliştirdi. Cerrahlık biliminin devrimini anestezinin güvenli ve etkili bir türünü bulan Amerikalı dişçi William Morton gerçekleştirdi. İngiliz cerrah Joseph Lister, ameliyathanede bakterileri kontrol etmek için antiseptikler kullanarak enfeksiyonların engellenebileceğini kanıtladı.
Bir kez bu ilerlemeler kaydedilince, tarih boyu insan ve hayvan nüfusunu kırıp geçirmiş olan hastalıklar kontrol altına alınmaya başlandı. Sıtma mikrobunu bulaştırmakta sivrisineğin, veba mikrobunu bulaştırmakta farenin ve uyku hastalığı taşımakta çeçe sineğinin oynadığı rolün anlaşılması kadar, çiçek hastalığına karşı aşı kullanımı da bu yeni buluşlar sayesinde gerçekleşti ve bu hastalıklarla mücadele olanakları doğdu. 1940'larda antibiyotiklerin (özellikle penisilin ve streptomisin) gelişmesi zararlı mikroorganizmaların etkisiz hale getirilmesinde önemli rol oynadı.
XVIII. yy'da Avrupa'nın nüfusu artma eğilimi gösterdikçe, onunla birlikte göç etme istekleri de çoğalmaya başladı. XIX. yy'da buharlı büyük transatlantiklerin gelişmesi sonucu milyonlarca kişi Amerika kıtasına (özellikle ABD'ye) ve Avustralya'ya gitmek üzere yollara döküldü. 1825 ile 1920 arasında Britanya ve İrlanda'dan yaklaşık 17 milyon kişi göçtü. Aynı dönemde yaklaşık 6 milyon Alman, 4 milyon Avusturya-Macaristanlı, 9 milyon İtalyan ve 4 milyon İspanyol ülkelerini terk etti. Bu büyük göç hareketi XX. yy'da özellikle ABD'yi Avrupa'ya daha yakınlaştırdı.
AVRUPA'NIN ÜSTÜNLÜK ÇAĞI
Çağdaş Avrupa uygarlığının zaferleri aynı oranda büyük trajedilerle eşleşti. Sözgelimi, çağdaş ilaçların tanıtımı sonucunda ortaya çıkan nüfus artışları, bu nüfusları beslemek zorunda olan Üçüncü Dünya ülkelerinde büyük sorunlar yarattı. Öte yandan Avrupa'da, her teknolojik ilerleme, her tür kültürel ürün uluslarla insanlar arasında çıkan çatışmada zorla hizmete sokuldu. Büyük tarihçiler tarihin öğretim ve yazımını ulusçu propaganda olarak biçimlendirmekte gecikmediler. Romancılar ve şairler ustalıklarını aynı amaç uğrunda kullandılar. Richard Wagner'in izinde olanlar ve diğer ulusçu besteciler için sanatların en az siyasal olanı müzik bile ırkçı ve ulusçu anlaşmazlıkları körüklemeye yarayan bir araç oldu.
Güçler dengesi: Avrupa tarihi savaşlarla doludur. Avrupalılar keşifleriyle dünyayı genişlettiler ve dünyanın gizlerini açıkladılar. Ama aynı zamanda yalnız kendi bölgelerini değil, okyanusları ve yeni keşfedilmiş toprakları da birbirleriyle savaşmak için kullanarak, düşmanlıklarını yeryüzünün en uzak köşelerine kadar taşıdılar.
XVI. yy., Fransa ile İspanya ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nu denetimi altında tutan Habsburg sülalesi arasında bir savaşımla başladı. Amerika sömürgelerinden edindiği büyük zenginliklerle İspanya, çağın üstün gücü olarak ortaya çıktı. Fransa, İngiltere ya da ikisiyle birlikte sürekli savaş halinde olan İspanyol Habsburgları, zamanla bu çarpışmalarda tüm kaynaklarını tüketti ve Hollanda'daki zengin ama isyancı eyaletlerini kontrol altında tutma çabaları da sonuçsuz kaldı. XVII. yy'da İspanya gerilerken, büyük bir monarşi gücü olarak Fransa onun yerini aldı. Böylece genellikle İngiltere'nin liderliğindeki Avrupa devletleri koalisyonu Fransa'nın yayılmacı girişimlerini engellemek üzere bir dizi yeni savaş başlattı. Bu savaşımın sonu 1815'te Napolyon'un yenilgisiyle noktalandı. Bunu görece istikrarlı bir dönem izledi. Çünkü İngiliz üstünlüğüne meydan okumaya yeterli güçte bir anakara ülkesi yoktu. XIX. yy. sonlarında Almanya'nın büyük bir güç olarak ortaya çıkmasıyla durum değişti. Almanya'nın kendini kanıtlama çabaları yeni bir karşıt ittifaklar sistemine ve iki dünya savaşına (1914-1918 ve 1939-1945) yol açtı. Bu savaşlar, modern silahların tahrip edici gücü dolayısıyla yıkıcılıkta, öncesi tüm çarpışmaları geride bıraktı. İkinci Dünya Savaşı Almanya'nın bölünmesi ve Avrupa'nın iki yeni süper güce boyun eğmesiyle sona erdi: ABD ve Sovyetler Birliği.
Önde gelen tüm Avrupa ülkelerinin denizaşırı toprakları vardı. Sömürgeci Avrupa devletleri birbirleriyle yaptıkları savaşlara bu toprakları da bulaştırdılar. XVI.ve XVII. yy'larda Ingiltere, Fransa ve Hollanda Amerika'daki İspanyol sömürgelerini basmak ve Yeni Dünya'nın zenginliklerini Avrupa'ya taşıyan İspanyol hazine gemilerini yakalamak üzere seferler düzenleyerek Ispanya'yı rahat bırakmadılar. Portekiz 1580'de İspanya ile birleştikten sonra Doğu Hint adaları sularındaki Portekiz kalelerine ve gemilerine saldırmaya başlayan HollandalIlar, XVII. yy. başlarında Doğu ile ticaret yapan başlıca Avrupa ülkesi olarak Portekiz'den boşalan yeri doldurdular. Amerika'da İber yarımadasından olmayan halklar, İspanya ve Portekiz'in işgalinde olmayan yerleri sömürgeleştirdiler: Küçük Antil adalarını ve XVIII. yy'da İngiltere ile Fransa arasında bir savaş alanı olan Kuzey Amerika'yı. İki ülke arasındaki bir dizi çarpışmanın sonuncusu olan Yedi Yıl Savaşları'nda (1756-1763) İngilizler Fransızları Kuzey Amerika ve Hindistan'dan kovarak kendilerini egemen bir sömürge gücü olarak kanıtladılar. 1783'te Amerika Birleşik Devletleri adıyla bağımsızlığını kazanan Amerika'daki sömürgelerinin büyük bölümünü yitirmesine karşın, İngiltere sömürgecilik alanında üstünlüğünü XX. yy'a kadar korudu.
Beş yüzyıl süren bu üstünlük mücadelesi sırasında Avrupa'ya dış kaynaklardan yöneltilen tehditler hafif kaldı ya da hiç olmadı ve Avrupa'nın yayılmacılığına karşı engelleme girişimleri çok az sayıda gerçekleşti. Türk orduları XVII. yy. sonlarına kadar Macaristan'ı işgal altında tutacak yeterli güce hâlâ sahipti. Ama 1683'te Viyana kuşatmasının ikinci kez başarısızlığa uğraması üzerine Osmanlı İmparatorluğu savunmaya geçmek zorunda kalınca, bu olayı izleyen 200 yıl boyunca Avrupalı güçler Osmanlı İmparatorluğu'nun çeşitli bölgelerinde kontrollerini yavaş yavaş genişlettiler. Bir zamanlar boy ölçüşülemeyecek kadar rakipsiz olan Çin, Moğol ve İran güçleri de Avrupa hegemonyası döneminde gerileme sürecine girmişlerdi. Öte yandan, Hindistan Avrupa'nın kararlı en küçük ordularına bile direnemeyecek kadar bölünmüştü. Güney ve Kuzey Amerika bütününe gelince, sonuçta Avrupa'dan bağımsızlıklarını kazanmalarına karşın, kültür açısından avrupalılaştırılmış olarak kaldılar. Afrika'nın iç kesimleri Batılılar için ölümcül olan sıtma ve başka hastalık olayları yüzünden XIX. yy. sonlarına kadar nüfuz edilemezliğini korudu. Ama tıbbi gelişmeler sonucunda bu sorunların üstesinden gelinince, bu kıtanın sömürgeleştirilmesi hızla tamamlandı. 1850'de Afrika kıtasında Avrupa'nın varlığı kuzeyde Cezayir'e ve en güney ucunda Ümit burnuna kadar uzanıyordu. Ayrıca, batı ve doğu kıyıları boyunca dağınık birtakım ticaret merkezleri de vardı. 1900'e gelindiğinde Etyopya dışında tüm Afrika, çeşitli Avrupa ülkeleri arasında paylaşılmıştı.
Reform ve Karşı-Reform dönemleri: XVI. ve XVII. yy'lardaki savaşlarda siyasal ve dinsel etkenler önemli roller oynadılar. Habsburglar (İmparator Kari V, İspanya kralı Felipe II ve yerlerine geçenler) geleceklerini tümüyle Roma katolik kilisesine bağlamış oldukları için Protestanlığın amansız düşmanlarıydılar. Hollanda ve Almanya'da onların yönetimine karşı ayaklananlar genelde protestan mezhebini benimsemiş kişilerdi ve otoritenin merkezileştirilmesine de şiddetle karşı çıkıyorlardı. Almanya'da ilk protestan-katolik savaşını sona erdiren Augsburg barışı (1555) dinsel ve siyasal bir antlaşmaydı: Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nu katolik ve lutherci devletler olarak ikiye bölerken, aynı zamanda imparatorun prensler üzerindeki otoritesini de kısıtlıyordu.
Felippe ll'nin İngiltere'ye karşı açtığı savaşlar, Yeni Dünya'da İngiliz müdahaleleri yüzünden sarsılan İspanyol egemenliğini güvence altına almak için yapıldı; ama bu tekeli İspanyollara papa bağışlamıştı. 1588'de Felipe kiliseyi savunmak için nasıl donanmasını İngiltere'ye karşı kullandıysa, 1571'de İnebahtı'da (Lepant) Türklerle savaşmak üzere de bir filo göndermişti. Ama her iki davranış da aslında kendi krallığının çıkarlarını koruma amacına yönelikti. İngiltere kraliçesi Elizabeth I protestandı ama Felipe gibi bağnaz biri değildi. Bununla birlikte, Elizabeth I de kendi çıkarları için Felipe'nin anakaradaki protestan düşmanlarına karşı Felipe ile ittifak yapmak zorunda kaldı.
Fransa'ya gelince, din ve dış siyaset Fransa'da birlikte yürümedi. Fransız monarşisi ve halkın çoğunluğu katolikliğe bağlı kaldı. Ancak, Fransa kralı François I, Karl V'e karşı savaşırken yardım gereksindiğinde Almanya'nın protestan prensleriyle ve Osmanlılarla bile ittifak yapmaktan çekinmedi. Sonraki yüzyılda, protestan Alman devletçikleri Otuz Yıl Savaşları'nda Habsburglara yeniden baş kaldırınca, Fransa onlara yardım etmek için -kardinal Richelieu'nün liderliği altında- Danimarka ve İsveç'le birlikte müdahalede bulundu. Savaş, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nu zayıf ve parçalanmış durumda bırakan Westfalen barışıyla (1648) sona erdi. İspanya'nın gerileme sürecinde olması ve İngiltere'nin iç savaş yüzünden kendi dertleriyle uğraşması sonucu Fransa güçlü "Güneş Kral'' Louis XIV döneminde üstünlük kurdu.
Louis XIV çağı: Avrupa tarihindeki her hükümdardan daha uzun süren Louis XlV'ün saltanatı, bir buçuk yüzyıldan fazla sürecek bir Fransız kültür hegemonyası dönemini başlattı. Paris dışındaki Versailles'da bulunan parlak sarayı, o günün diğer hükümdarları için bir örnek oldu. Sanat, mimarlık ve edebiyat alanlarında Fransız düşüncesi tüm Avrupa'da moda olduğu gibi, Fransızca da okumuş kişilerce hemen her yerde konuşuluyordu.
1660'lar ve 1670'lerde, Louis, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'ndan ve İspanyol Felemenki'nden doğuda ve kuzeydoğuda kopardığı bazı bölgeleri Fransa'ya kattı. Ancak, "Güneş Kral"ın protestanlığı kendi toprakları üzerinde yasadışı ilan etmesi (1685) ve binlerce tebasını sürgüne zorlaması sonucu din konusu yeniden ön plana çıktı. Bu durum Protestan ülkelerinde sert tepkilere yol açarak 1689'da Büyük ittifak'ın (İngiltere, Hollanda Cumhuriyeti, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ve diğerleri) oluşmasına yardımcı oldu. Fransa'nın Almanya'daki yayılmacılığına başarıyla karşı koyan (1689-1697) ittifak güçleri, İspanya Veraset Savaşlarında (1701-1714) da Louis'nin İspanyol Habsburg sülalesinin çöküşünden sonra İspanya tahtını ele geçirme girişimini engelledi. İspanya Veraset savaşlarında İngiltere ile Avusturya (Alman devletçiklerini birleştirme çabaları başarısızlığa uğrayan Habsburglar'ın imparatorluk kollarından biri, merkezi Avusturya'da olan ve Macaristan ile Bohemya'yı da içeren yeni bir Avrupa güç üssü kurmuşlardı) arasındaki etkin ortaklık özellikle dikkat çekmişti. İngiltere'den Marlborugh dükü ve AvusturyalI komutan Savoia prensi Eugène, Fransız ordularına karşı bir dizi zafer kazandı ve savaş bir uzlaşmayla sona erdi. Müttefikler Louis'nin torunu Philip'in Felippe V unvanıyla İspanya kralı olmasını, İspanya ile Fransa'nın aynı hükümdarın yönetimi altında hiçbir zaman birleşmemesi ve İspanyol Felemenki'nin Avusturya'ya bırakılması koşuluyla tanıdılar.
Not: Westfalen barışı (1648) Otuz Yıl Savaşları'nı ve Habsburgların Almanya'ya kendi yönetimlerini kabul ettirme çabalarını sona erdirirken, bu ülkenin dinsel bakımdan bölünmesini de onayladı. Ayrıca, Baltık'ta İsveç hegemonyasını da kesinleştirdi ve Avrupa'nın lider gücü olarak Fransa'nın ortaya çıkışına yardımcı oldu.
XVIII. yy. : Fransız yayılmacılığı Louis XI V'ten sonra tahta çıkan Louis XV döneminde de sürdü. Bu kral 1766'da Lorraine'i ve 1769'da da Korsika'yı Fransa topraklarına kattı. Ama XVIII. yy'da birbirine üstünlük sağlamış hiçbir ülke yoktu. İngiltere, denizci, tüccar ve sömürgeci bir devlet olarak güç kazanmayı sürdürürken, öte yanda Prusya ve Rusya büyük güç sisteminin üyeleri olarak Fransa, ile Avusturya'ya katıldılar. Montesquieu, Diderot ve Rousseau gibi "aydın" ve ileriyi gören düşünürler, sağduyu ve mantığın yaratıcı bir biçimde siyasete uygulanabileceğine inanmışlardı. Grubun en akıllı ve en verimli kişisi olan Voltaire, aynı zamanda en şüphecisi de olmakla birlikte, onu Berlin'e davet eden Prusya kralı Friedrich ll'ye akıl hocalığı yapmaktan da geri kalmadı. Rus çariçesi Yekaterina II de Diderot'yu sarayına çağırdı.
Filozofların varsayımı reformların kurulu bir düzen içinde yapılabileceği görüşüne dayanıyordu. Bir filozof kralın sihirli dokunuşuna teslim olmayacak hemen hiçbir şey yoktu.
Bu beklentiler tam anlamıyla temelden yoksun değillerdi. Avusturya kraliçesi Maria Theresa ve İmparator oğullan Joseph II ve Leopold II, Voltaire'in dostu Friedrich ll'nin yaptığı gibi, hükümetlerini daha düzenli ve etkili kılacak birtakım değişiklikler gerçekleştirmişlerdi. İspanya ve Portekiz'de de reformcu görevliler benzeri siyasetleri başlatmışlardı. Ancak, değişiklik yönünde atılan adımlar, özellikle daha az ayrıcalıklı sınıflara daha çok özgürlük tanıma ve eşit olmayan vergilendirme sistemini düzeltme istemi, Avrupa'nın Eski Rejim kuruluşlarının altından kalkamayacağı kadar büyük bir sorun oluşturduklarını kanıtladı.
Fransız Devrimi: 1774'te tahta çıkan Fransa kralı Louis XVI, devraldığı sistemin yanlışlarını düzeltmek için bazı girişimlerde bulundu. Ancak, kralın kendi savurgan ve havai olduğu için 1770'ler ve 1780'lerde monarşi birbiri ardı sıra parasal bunalımlar yaşadı. Gırtlağına kadar borca gömülen ülkede kimse sorumluluğu üstlenmek istemiyordu. Bu durum 1789'da, modern Avrupa tarihinin en önemli olaylarından biri olan Fransız Devrimi ile noktalandı. On yıl boyu Fransa şiddetli bir ayaklanmayla çalkalandı. Devrimci orduların sınırların ötesine taşıdığı bu isyan ateşi boydan boya tüm kıtaya yayıldı. Fransa'da aristokrat sınıf devrildi, kral ve kraliçenin boyunları vuruldu ve her geleneksel kuruluş yoklanarak suçlu bulundu. Geriye dönüp "devrim"e bakan tarihçiler, onun getirdiği değişikliklerle daha önceki aydın despotluğun reform çabaları arasındaki sürekliliğe dikkat çektiler. Değişen tek şey, Avrupa politikasında geçerli, gözü aldatan bir görüntü, yani bir yanılsamaydı.
Anayasal bir monarşi biçiminde başlayan Fransız devrim hükümeti, ardından radikal bir demokrasi oldu ve 1799'da Napolyon Bonapart'ın yönetimi altında bir diktatörlük olarak son buldu. Napolyon askerî başarıları sayesinde yaygın bir ün kazanmış genç bir generaldi. Başlangıçta görünüşte cumhuriyetçi olan Nopolyon'un rejimi, 1804'te Napolyon I unvanıyla imparator olmasıyla, yeni tip bir mutlak monarşiye dönüştü. Fransız romancı Stendhal'in Kızıl ve Kara'da (Le Rouge et le Noir, 1830) açıkça belirttiği gibi, Korsikalı küçük bir toprak sahibinin oğlu olarak Napolyon'un kariyeri, kökeni belirsiz hırslı gençlere başarılarla dolu bir örnek sunmuştur: Avrupa'nın en büyük ülkesini yönetimi altına aldı; Avusturya imparatorunun kızıyla evlendi ve Kari V gibi papanın elinden taç giydi. Napolyon önüne geleni devirdi: İtalya, İspanya ve Almanya'nın büyük bölümünü fethederek, eski İtalyan ve Alman siyasal yapısını kökten değiştirdi. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ortadan kaldırıldı ve Prusya ile Avusturya bir süre için Fransa'nın vasal devletleri konumuna indirgendiler. Fethedilmiş tüm topraklara Napolyon toprak reformu, vergi reformu, yeni kuruluşlar, yeni ağırlık ve uzunluk ölçüleri, yeni para sistemi ve yeni yasalar getirdi.
Aydın despotların en büyüğü ve sonuncusu Napolyon'un Avrupa'yı yeniden birleştirmesi, bu sistemin dışında kalan iki büyük gücün (Rusya ve İngiltere) karşı çıkması yüzünden kalıcı olmadı. Fransız Devrimi'nin özgürlük, eşitlik ve adalet öğretileriyle tüm Avrupa genelinde ulusçu duyguları uyandırdığı bir gerçektir. Prusya, Almanya, İtalya ve İspanya'da her şey asla yeniden eskisi gibi olmayacaktı. Çünkü, onları fetheden Fransız orduları bu ülkelerde yurtseverliği canlandırmışlardı. Ama Rusya'nın inatçı direnişi ve İngiliz donanması tarafından kıtaya uygulanan abluka Napolyon'un devrilmesine yol açtı.
Rusya ve İngiltere Napolyon'a karşı: Rusya imparatorluğu Baltık denizinden Büyük Okyanus'a kadar uzanan büyük bir alanı kaplıyordu. Bizans mirası ve ortodoks inancı yüzünden geleneksel olarak Avrupa'dan ayrılan Ruslar, ayrıca iki yüzyılı aşkın bir süre Türk-Moğol yönetiminden (1240-1480) etkilenmiş oldukları için de hükümetleri Asya despotluğunun pek çok özelliklerini taşıyordu. XVIII. yy. başlarında "Batı'ya açılan bir pencere" arayışında olan Petro I, başkenti Moskova'dan St. Petersburg'a taşıdı. Ayrıca, sarayına batı göreneklerini getirmiş ve halkını Avrupa teknolojisiyle kültürünü benimsemeye özendirmişti. Ama Ruslar'ın çoğu yabancı yöntemlere karşı duydukları kuşkudan sıyrılamadılar. Yekaterina II döneminde (1762-1792) Rusya bir Avrupa devleti sayılmaya başlandı. Ama büyüklüğü ve egzotik özelliği nedeniyle, birçok batılı onu potansiyel bir tehdit olarak görüyordu.
Ruslar 1805'te İngiltere ve Avusturya ile birlikte Fransa'ya karşı bir ittifak kurdular. Ama Napolyon Rus ordularını Austerlitz (1805) ve Friedland (1807) savaşlarında yendikten sonra Rusya çarı Aleksandır I Napolyon'la Tilsit'te barış yapmak zorunda kaldı (Temmuz 1807). Ancak, Fransız-Rus ilişkilerinin kısa sürede yeniden bozulması üzerine, 1812'de Napolyon'un Rusya'yı istilaya kalkışması tam bir felaketle sonuçlandı ve Napolyon'un talihinin tersine dönüşünün başlangıcını belirledi.
Napolyon'un Rusya seferinin başarısızlığa uğraması kıtadaki düşmanlarını ona karşı birleşmeleri için yüreklendirdiyse de, eğer Büyük Britanya'nın düşmanlığını kazanmasaydı işin içinden bir zaferle çıkma olasılığı vardı. İngiltere, Walles ülkesi, İskoçya ve İrlanda'dan oluşan Büyük Britanya Krallığı, otokrat Stuart kraliyet ailesinin yerini daha anlayışlı Alman Hanover sülalesinin almasıyla sonuçlanmıştı. Ayrıca, Parlamento'da temsil edilen toprak sahiplerinin denetimine verilen bir sistem de kurulmuştu.
Yazılı olmayan İngiliz anayasası mantıklı olmaktan çok uzaktı. Ama ne de olsa siyasal hoşgörüye, entelektüel özgürlüğe yer veren hukuk düzenine dayalı bir sistemdi ve kıta Avrupası imrenerek bunun özlemini çekiyordu. Sanayileşen ilk ülke olarak, Britanya ekonomik açıdan da komşularından ileriydi.
İngiliz romancıları ve oyun yazarları -Samuel Richardson, Henry Fielding, Sir Walter Scott ve Richard Brinsley Sheridan- Avrupa'ya örnek olurlarken, Percy Bysshe Shelley, John Keats, özellikle de Lord Byron gibi şairler İngiliz şiirini her zamankinden daha etkili kıldılar. İngiltere dışında daha önce çok az bilinen Shakespeare ve Milton gibi eski yazarlar, dünya edebiyatının seçkin kişileri arasında yerlerini aldılar.
İngiliz kara ve deniz komutanlarıyla boy ölçüşmek kolay bir iş değildi. Nitekim, Napolyon'u 1815'te Waterloo'da yenilgiye uğratan kişi bir İngiliz generali olan Wellington düküydü. On yıl önce, Lord Nelson'un Trafalgar Muharebesi'nde Fransız ve İspanyol donanmalarına karşı kazandığı zafer, denizlerde İngiliz üstünlüğünü sağlamıştı. Fransa'nın İngiliz donanmasınca uygulanan ekonomik ambargoya dayanacak gücü yoktu. Napolyon karada yenilginin acısını tatmamış olsa bile, ekonomik gereksinimler dolayısıyla er ya da geç barış istemek zorunda kalacaktı. Ayrıca, Napolyon'un çöküşünden sonra İngiliz gücü Rusya'nın Avrupa'ya egemen olmasına karşı da başlıca engeli oluşturmuştur.
1815'i izleyen dönemde İngiltere hiç kuşkusuz Avrupa'nın lider ülkesiydi, ama İngilizler'in dikkati Avrupa'ya değil, Kanada, Avustralya, Hindistan ve daha sonra da Afrika ile Ortadoğu üzerine çevrilmişti. Böylece Avrupa'da doğan güç boşluğunu, sonunda, Almanya doldurdu.
Not: Napolyon'un yenilgisinin ardından, Avrupa devletlerinin temsilcileri Avrupa'yı paylaşmak üzere Viyana Kongresi'nde (1814-1815) bıraraya geldiler. 1806'da dağılan Kutsal Roma İmparatorluğu'nun yerini, Avusturya ve Prusya'nın da katıldığı, pek sağlam yapılı olmayan Alman Konfederasyonu aldı. 1804'te ortaya çıkan Avusturya İmparatorluğu/ Lombardia ve Vendik'i içerecek biçimde genişletildi. Belçika ile Hollanda birleştirildi ve Polonya (Krakov hariç) Rusya, Prusya ve Avusturya arasında paylaştırıldı.
Alman ve İtalyan birliği: XVIII. yy'da canlanmaya başlayan Alman kültürü ve Alman ulusçuluğu akımlarını, J.W. von Goethe ve Friedrich Schiller gibi edebiyat devleri, İmmanuel Kant ve G.W.F. Hegel gibi filozoflar, J.S. Bach, F.). Haydn, W.A.Mozart ve Ludwig van Beethoven gibi besteciler temsil etmektedir. Ancak, siyasal bakımdan Almanya bölünmüş durumdaydı. Hükümdarı geleneksel olarak Almanya'nın da lideri sayılan Avusturya; Macarları, Çekleri, İtalyanları ve daha başka halkları içeren bir imparatorluğun merkeziydi. Almanya'daki diğer büyük güç Prusya'ydı. Ama onun liderliği tüm halklarca, özellikle güneyde yaşayan katolik Almanlarca, kabul edilebilir nitelikte değildi.
Fransız Devrimi ve Napolyon rejimi bu durumu değiştiren katalizör oldu. Ayrıca, Almanları değişim olasılığı konusunda uyandıran Napolyon, binlerce küçük prensliği de ortadan kaldırdı. 1815'te Alman devletçiklerinin yaklaşık 300 olan sayısı 39'a inmişti. Öte yandan, Avrupa Kongresi Napolyon dönemi sonrasının Avrupa haritasını yeniden çizerek, Prusya'nın sınırlarını genişleterek Prusya'nın Aİmanya içindeki konumunu pekiştirdi. Avusturya yeni barışın garantör devleti olarak kaldı. XIX. yy'ın ortalarına kadar hâlâ ülkeyi birleştiren bir güç olabilirdi. Ancak, 1848 Devrimleri'nden sonra, Avusturya'nın liderliğe oynamamasından yararlanan Prusya bu fırsatı kaçırmadı. Prusyalılar zaten bir Alman gümrük birliği oluşturmuşlardı. Böylece Otto von Bismarck'ın liderliğinde Danimarka (1864), Avusturya (1866) ve Fransa'ya (1870-1871) karşı başarılı savaşlar vererek birlik için yolu hazırladılar. Alman yurtseverliği romantik akımın yazarlarınca da pompalandı: Heinrich von Kleist, Heinrich Heine ve Grimm kardeşlerin yanı sıra Richard Wagner'in ulusçu müziği bunların arasında sayılabilir.
İtalya'da buna benzer birlik akımları "Risorgimento'', Sardinya Krallığı'nın ve onun başbakanı Cavour kontunun liderliği altında gelişti. Kuzey İtalya'nın büyük bir kesimini işgali altında tutan Avusturya'ya karşı savaşıldı (1848-1849, 1859 ve 1866). İki Sicilya Krallığı (1860) ve Papa devletçikleri (1860-1870) fethedildi. Almanya ve İtalya'nın birliği 1870-1871'e kadar tamamlanmıştı.
Prusya'nın yönettiği bir Alman imparatorluğunun ortaya çıkması Avusturya'nın Almanca konuşulan kesiminin dışlanması demekti. 1866'da Prusya karşısında yenilgiye uğramasından hemen önce, Avusturya İmparatorluğu Avusturya- Macaristan olarak ikili monarşi biçiminde yeniden düzenlenmişti. Bu statü Macarlara özerklik verirken, Habsburg yönetimi altındaki diğer halkları doyumsuz bırakmıştı. Ulusçu duyguların doruğa tırmandığı bir çağda, bu çokuluslu devlet tam bir huzursuzluk yuvası oldu. Tuhaf bir raslantı olarak, gerek Avrupa'nın yıkımına neden olan Yahudi düşmanlığının mimarı Adolf Hitler, gerek Siyonist akımının kurucusu Theodor Herzl gençlik yıllarını Avusturya'nın başkenti
Viyana'da geçirdiler. Almanya'nın Fransa-Prusya Savaşı'nda (1870- 1871) Fransa'ya karşı kazandığı zaferin ardından, yeni Alman İmparatorluğu'nun şansölyesi (başbakan) olarak Bismarck, ustaca bir diplomasiyle ülkesinin konumunu sağlama aldı: Rusya, Avusturya-Macaristan ve İtalya ile ittifaklar oluşturdu; Alman veliahtının kaynanası olan Kraliçe Victoria'nın İngilteresi'yle de yakın dostluk ilişkileri kurdu.
Birinci Dünya Savaşı arifesinde Avrupa: 1890'da Bismarck'ın sahneden çekilmesinden sonra durum karışmaya başladı. Bismarck'ın yerine geçenler Almanya'nın Rusya ile yaptığı antlaşmanın bozulmasına izin ‘verince, Ruslar da Fransa ile bir ittifak anlaşması imzaladı (1894). Almanya bir donanma kurmaya başlayınca, •korkuya kapılan İngiltere, Üçlü Antant diye anılan Fransa ve Rusya arasındaki antlaşmaya katıldı (1907). Bismarck sisteminin bozulması üzerine bir çıkar ve entrika oyunun içine düşen Avrupa, sonuçta, Birinci Dünya Savaşı'nın patlamasına yolaçtı.
Sanayide Almanya Avrupa'nın lider gücü olan İngiltere'ye yetişmişti ve Rus sanayi gelişimi daha fazla ilerlemeden Rusya'yı vurmak istiyordu. Almanya'nın saldırgan tutumu savaş rüzgârları estiriyordu, ama bu konuda Avrupa'nın öteki ülkeleri de suçsuz değildi. Hemen hepsi kendi iç sorunlarının çözümünü savaşta buluyordu.
1914'te Avrupa, gücünün ve etkisinin doruğundaydı. Dünyanın ticaret, sanayi, kültür ve sanatsal merkezi durumuna gelmişti. Dünya ticaretinin yarısı İngiliz gemileriyle yapılıyordu. Brezilya ve Meksika madenlerine yapılan yatırımlar, Malezya'daki tarım işletmeleri, Çin ve Peru'daki demiryolları Londra, Paris ve Brüksel bankalarının kontrolündeydi. Avrupalı sanatçılar dünyanın beğeni ölçülerini yönlendiriyordu.
XIX. yy'da, gerek Avrupa'nın gerek dünyanın ulaşım ve iletişim bağlantıları demir yolu ve telgraf aracılığıyla tamamen değişik bir nitelik kazanmıştı. 1900'lerin başlarında telefon, otomobil, uçak, radyo ve elektrik gibi birtakım yeni buluşlar insanların yaşamını daha çok değiştiriyor ve fiziksel uzaklıklardan doğan barikatları ortadan kaldırıyordu. Biyoloji bilimleri alanında Charles Darwin insanların daha aşağı hayvanlardan evrim yoluyla geliştiklerini öne sürerek Kopernik ayarında bir devrim yarattı; fizik alanında Albert Einstein'nın görecelik kuramı Newton'un uzun süredir egemen sistemini değiştiriyordu; psikoloji alanında Sigmund Freud beynin bilinçaltı sırlarını çözüyordu.
Özgürlük ve ilerlemenin simgesi sayılan liberalizm zaferi kazanmış gibi görünüyordu. Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu gibi mutlakiyetçi yönetimlerin egemen olduğu ülkeler bile demokrasi ve hulkuk düzeni yönünde ilerliyorlarmış gibi görünüyordu. Gelecek parlak görünüyordu ve çoğu kişi insanlığın bir altın çağa doğru ilerlediğini sanmaktaydı.
Savaş sonrası: Elbette savaştan sonraki dönem bir altın çağ olmayacaktı. Birkaç aydan fazla sürmeyeceği sanılan Birinci Dünya Savaşı, dört yıl sürdü ve 8 milyondan fazla insanın canına mal oldu. Çarpışmalar ancak bir dünya savaşında olabileceği biçimde Güney Atlas okyanusundan Hint okyanusuna ve Afrika'dan Ortadoğu'ya kadar yayıldı. Ayrıca, savaşan ülkeler birbirlerinin iç işlerine de müdahale ederek rakiplerini sömürmeye çalıştılar. Sözgelimi Almanya, Rusya'da çarlık rejimini devirmeye çalışan devrimcileri destekledi ve İrlanda'da İngiliz yönetimine karşı ayaklanan asilere yardım etti. İngiltere, Almanya'nın müttefiki Osmanlılara karşı bir Arap ayaklanması başlattı. Tüm Müttefik güçler, Avusturya-Macaristan imparatorluğu'ndaki Slav halklar arasında baş gösteren ulusal ayaklanmaları desteklediler. Savaş sürecinde iki tarafın da birbirine üstünlük sağlayamadığı bir kilitlenme meydana geldi. Bu arada, Rusya devrim dolayısıyla pes etti ve savaştan çekildi. Bu, Müttefikler için ciddi bir darbe oldu, ama aynı yıl ABD, Müttefikler yanında savaşa katılarak çarpışmaların kaderini Almanlar aleyhine çevirdi ve Almanya ile bağlaşıkları ertesi yıl teslim olmak zorunda kaldılar. Böylece Yeni Dünya, eskisinin dengesini yeniden düzenlemeye çağrıldı.
Savaştan sonra Avrupa çok değişti. Avusturya-Macaristan ortadan kalktı. Yerini bağımsız devletler olarak Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya aldı. Ayrıca, ek bölgeleri Romanya ve Polonya'nın birer parçası oldu. Parçalanan Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine Türkiye Cumhuriyeti ve Rus İmparatorluğu'nun yerine de Sovyetler Birliği kuruldu. Kendini kapitalist ekonomiyi yıkmaya adamış, Rus yönetiminde komünist bir devlet olan SSCB, Avrupa'ya da düşman gözüyle bakmaya başladı. Sovyet rejimi bu nedenle kendim komşularından uzak tuttu. AB D de Müttefikler adına savaşı kazandıktan sonra elini ayağını Avrupa işlerinden çekerek, barışı oluşturmak için kurulan Milletler Cemiyeti'ne katılmayı reddetti.
1945'ten sonra dünya egemenliği için oynayacak olan bu iki güç, ABD ve SSCB, geçici bir süre aralarına mesafe koyarak birbirlerine soğuk davrandılar. Ama ekonomik başarıları, siyasal deneyimleri, filmleri, kitapları ve modaları iki dünya savaşı arası dönemde Avrupa'nın hayranlığını kazandı. Sovyet ajanları komünizm için yandaşlar kazanmak amacıyla Batı'nın her yerinde durmadan çalıştılar. Komünist partisinin işçi hareketleri ve orta sınıf aydınlar üzerinde güçlü bir etkisi vardı. Öte yandan, Amerikan milyoneri imajı ve caz gibi Amerikan kültürünün dışalım ürünleri de Avrupa insanını aynı biçimde etkiliyordu. Ne Amerikalıların ne de Rusların Avrupa'nın geleceği üzerinde önemli bir rol oynayacağını kimse beklemiyordu. Bu da savaş sonrasının düzenini sağlama sorumluluğunu İngiltere ile Fransa'nın üstüne yıktı. Gönülsüz olarak üstlendikleri bu sorumluluğu taşıyamayacaklarını her iki devlet de geçen zaman içinde anlayacaktı.
İkinci Dünya Savaşı: Almanya silahsızlanmaya zorlanmış ve Müttefiklere yüklü bir savaş tazminatı ödemek zorunda kalmıştı. Alman ekonomisinin felce uğraması sonucu Orta Avrupa'da yıkıcı bir enflasyon ve kargaşa hüküm sürmeye başladı. 1920'lerin bu belalı sürecinde her yerde türeyen silahlı siyasal gruplar, tüm Avrupa'yı barbarlık dönemini andıran bir kan gölüne çevirdiler. Kökleri sosyalizm ve anarşizme dayanan bu gibi silahlı çetelerden biri -Benito Mussolini'nin Faşist partisi-1922'de İtalya'da iktidarı ele geçirdi. Almanya'daki Nasyonal Sosyalist (nazi) hareketi bir bakıma Mussolini örneğinden esinlendi. Bu hareketin lideri Adolf Hitler, Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinin öcünü almaya ve Yahudilerin Avrupa toplumundaki etkilerini kırmaya yönelik ırkçı bir doktrine adanmıştı. 1920'lerde çevresine kalabalık bir izleyici grubu toplayarak popüler olan ve terörle yıldırma yöntemlerini etkili bir silah olarak kullanan Hitler, 1933'te Almanya'da bir diktatörlük rejimi kurdu. İçerde siyasal muhalefeti ortadan kaldıran Hitler, daha sonra Avrupa'da yeni bir düzen kurmak üzere kolları sıvadı. 1938'de Avusturya ve Çekoslovakya'yı kontrolü altına aldı ve SSCB ile bir saldırmazlık paktı imzaladıktan sonra ertesi yıl Polonya'ya saldırdı.
Bu ikinci Dünya Savaşı'nı başlatan kıvılcım oldu. İngiltere ve Fransa Alman yayılmacılığını ve Almanya'nın yanında savaşa giren Faşist İtalya'yı durdurmak için çarpışarak, çok geç kalınmış girişimlerde bulundular. Savaşın ilk evresi Almanya'nın 1940'ta Fransa'yı yenerek işgal etmesiyle sona erdi. Böylece İngilizler yalnızlığa itilmiş durumda kalırlarken, Naziler kıtanın büyük bir bölümünü kontrolleri altına aldılar. Liberalizm ve demokrasiyi elinin tersiyle bir kenara iten Hitler, Avrupa'yı
XIX. yy. ideallerine bağlı görüşler uyarınca birleştirmeye girişti. Ari ırk ülküsü uğruna, milyonlarca Avrupalı Yahudi öldürüldü, toplama kamplarında gaz odalarına tıkıldı ya da makinelitüfek mangalarınca kurşuna dizildi.
Hitler sürüp giden başarılarının sonuna kadar keyfini çıkarabilirdi, ama komünizmden nefret etmesi mahvına neden olacak bir karar vermesine yol açtı. 1941 'de yeryüzündeki tek müttefiki Sovyetler Birliği'ne tüm gücüyle saldırdı. Başlangıçta başarılı olmasına karşın, çok geçmeden Alman saldırısı durduruldu. 1942'de bir karşı saldırı başlatan Sovyetler, sonraki üç yıl içinde istilacıları zamanla geri sürerek, savaşı Alman topraklarına taşıdılar. Bu arada, 1941'de Almanya'nın müttefiki Japonya'nın saldırısına uğradıktan sonra savaşa giren ABD de Almanya'ya karşı batıdan harekete geçti. İngiltere'yi bir üs olarak kullanan Amerikan, İngiliz ve diğer Müttefik askerleri 1944'te Alman işgali altında bulunan Fransa'yı istila ettiler. 1945 baharında Almanlar teslim olmak zorunda kaldılar ve Nazi rejimi 12 yıl süren bir terör yönetiminden sonra çöktü. Savaşını sonuna kadar sürdüren Hitler, Almanya ve Avrupa'yı bir enkaz yığını halinde bıraktı. ABD ve Sovyet kuvvetlerinin Torgau'da, Büyük Friedrich'in kazandığı zaferle aynı yerde buluşması, Avrupa hegemonyası çağına son veren bir darbe gibi görüldü.
Not: Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Alman, Rus ve Avusturya imparatorluklarının parçalanması sonucu Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Yugoslavya gibi bağımsız ulusal devletler doğdu. Almanya 1930'ların ortalarında, Nasyonal Sosyalist rejimin yönetimi altında, saldırgan bir yayılmacılık başlattı. Almanya'nın 1939'da Polonya'ya saldırmasıyla doruk noktasına ulaşan bu davranış İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcını belirledi.
20. YY'IN İKİNCİ YARISINDA AVRUPA
Sovyet birliklerinin Doğu Avrupa'nın büyük bölümünü İşgal etmesiyle savaş son buldu. Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Çekoslavakya ve Almanya'nın Sovyet kontrolündeki bölgesinde, Sovyet modeline göre Komünist hükümetler kuruldu. Eğer Batı Avrupa'da Amerika'nın varlığı olmasıydı, tüm kıta Sovyet etkisi altına girebilirdi.
Komünizm ve SSCB: Rusya'nın bir Avrupa devleti olup olmadığı sorusu, bu ülke komünist bir devlete dönüştükten sonra her zamankinden daha çok kuşku bulutuna gömüldü. XX. yy'da dünyanın her yanına sıçrayan komünizm ya da marksçı sosyalizm, hiç kuşkusuz bir Avrupa icadıdır. Özel mülk varlığına son vererek yoksulluğu ve eşitsizliği ortadan kaldırma düşüncesi, XIX. yy. başlarında Fransa ve diğer ülkelerdeki köktenci reformcular arasında geçerlilik kazandı. Bu düşüncenin marksçı yorumu (adını Alman filozofu Karl Marx'tan alır) özel mal sahipliğine dayalı kapitalist sistemin kaçınılmaz çöküşünün habercisi olmuştur. Bunun yerini üretim araçlarının halk tarafından ortaklaşa kullanıldığı ve işçilerin egemen olduğu bir sosyalist sistem alacaktı. Bu da yerini sonunda sınıfsız bir komünist topluma bırakacaktı. XX. yy'ın başlarında, marksçı sosyalizm Avrupa'nın işçi hareketlerinde etkin bir üstünlük sağlamayı başarmıştı. Ancak, beklentilerin tam tersine, komünizmi ilk uygulamaya koyma girişimi sanayileşimiş. Batı yerine geri kalmış Rusya'dan geldi. Burada, önce V. i. Lenin'in ve daha sonra da Joseph Stalin'in liderliğinde, çağdaş totaliter bir devletin tüm belirtilerini taşıyan acımasız bir diktatörlüğe dönüştü: Siyasal baskılar, toplama kampları, haber alma merkezleri üstünde hükümet kontrolü ve sistemi pembe gözlükler ardından yücelten asılsız propagandalar, vb. Bütün bunları Rusya'nın geleneksel Doğu despotluğuna bağlama eğilimleri olabilir, ama nazi soykırımı, Batılı ulusların da daha büyük değilse bile eşit oranda barbarlığa yatkın olduklarını göstermektedir.
iki dünya savaşının Avrupa için moral ve psikolojik sonuçlan asla abartılamaz. Böylesi bir vahşet ortamında, XVII. yy'dan beri Avrupa düşüncesine sinen insanlığın ilerlemesine ilişkin inanç, inanırlığından çok şey yitirdi. ikinci Dünya Savaşı sırasında atom bombasının geliştirilmesi -başlı başına Avrupalı bilim adamlarının -ürünüdür- ve bunun Amerikalılar tarafından Japonya'ya karşı kullanılması uygarlığın, hattâ insan soyunun bile yaşamını sürdüreceği konusunda kuşkular uyandırdı.
Not:İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa, «Demir Perde» diye anılan barikatla yaklaşık 45 yıl süreyle ikiye bölünmüştü. Demir Perde'nin birbirinden ayırdığı iki blok savunma ittifakları oluşturdular: Batılı ülkeler, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nün şemsiyesi altında ve Komünist Doğu, Varşova Antlaşması Örgütü'nün şemsiyesi altında toplandılar. Bu dönem, 1989 başlarında Doğu Avrupa'da komünizmin çarpıcı çöküşü ve 1990'da Almanya'nın birleşmesiyle noktalandı.
Soğuk savaş: Müttefikler zaferi kazanır kazanmaz, lider üyeler olan ABD ile Sovyetler Birliği arasında "soğuk savaş" adı verilen bir anlaşmazlık gelişmeye başladı. Komünistlerin gizli niyetlerinden kuşkuya kapılan Amerikalılar, Sovyetler'in Doğu Avrupa'daki uydularında serbest seçimlere izin vermeyi reddetmesine öfkelendikleri gibi, güçlü komünist akımlarının bulunduğu Fransa, İtalya ve Yunanistan'ın geleceği konusunda da kaygılandılar. Sovyet etkisini kırmak için ABD, Batı Avrupa'nın savaştan yıkılmış ülkelerini yeniden canlandırmak üzere bir ekonomik ve teknik yardım programı başlattı. Marshall Planı (ABD Dışişleri bakanı George C. Marshall'ın adından) diye anılan bu program 1948 ile 1952 arasında 17 ülkeye 12 milyar dolardan fazla yardım sağladı. 1949'da ABD'nin önderliğinde 12 Batı Avrupa ülkesi, dışardan gelecek herhangi bir saldırıya karşı ortak bir savunma gücü sağlamak üzere Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nü (NATO) oluşturdular. Öteki ülkeler NATO'ya daha sonra katıldılar. Sovyetler, sınırlarındaki ülkelerde "dost" hükümetler kurma haklarını tanımamakta ısrar eden batılı güçlere gücenmişlerdi. Daha sonra Amerika yanlısı Batı Almanya devletini kurmak üzere ABD, İngiliz ve Fransız işgal bölgelerinin birleştirilmesi karşısında şaşkına döndüler. Berlin'in batı işgalindeki kesimine bir Sovyet ablukası (1948-1949) Doğu-Batı gerginliğini artırdı. Ardından, SSCB'nin kendi atom bombasını geliştirmesi (1949) iki süper güç arasında topyekûn bir nükleer savaş olasılığını tüm dehşetiyle yerleştirdi.
Sömürgelerin elden çıkması: Bu arada, büyük Avrupa sömürge imparatorlukları çözülüyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Güneydoğu Asya'daki İngiliz, Hollanda ve Fransız topraklarını ele geçiren Japonlar, Avrupa'nın saygınlığını sarsmışlardı. Savaştan sonra SSCB'nin Asya ve Afrika'daki komünist ayaklanmaları desteklemesi sonucu bir zamanların yenilmez AvrupalIları denetimi sağlamakta güçlük çektiler. 1947'de İngiltere Hindistan'a bağımsızlığını verdi ve ertesi yıl da HollandalIlar Endonezya'yı boşalttılar. ABD tarafından desteklenen Fransızlar, Çinhindin'deki isyancılara karşı uzun bir savaş yürütülürse de, sonunda 1954'te çekilmek zorunda kaldılar. Portekizliler de Angola ve Mozambik'te benzeri ve gene sonuçsuz çatışmalara giriştiler. 1956'daki Süveyş bunalımı da ayrı bir serüven oldu. Mısır'ın Süveyş kanalını kamulaştırma girişimlerine bir misilleme olarak İngiliz ve Fransız kuvvetleri Mısır'ı istila ettiler. Ama Sovyetler Birliği ve ABD'den gelen baskılar karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar. Ancak, bu sömürge çatışmalarının en uzun ve en acılı olanı Cezayir savaşıydı (1954-1962). Fransız yönetimine karşı Cezayirli müslümanların başlattığı bir ayaklanma Fransa'da siyasal bir bunalıma neden oldu. Sonuçta Dördüncü Cumhuriyet'in çökmesine ve İkinci Dünya Savaşı'nın direniş lideri Charles de Gaulle'ün iktidara dönmesine yol açtı. De Gaulle'ün yönetimi altında Cezayir ve Fransa'nın diğer Afrika sömürgelerinin çoğuna bağımsızlık verildi. İngiltere, İngiliz İmparatorluğu'nun yerini alan İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) aracılığıyla, eski sömürgeleriyle bağımsızlık sonrası yakın ilişkilerini sürdürdü.
Batı Avrupa'nın bütünleşmesi: Avrupa'da, İkinci Dünya Savaşı'nın dehşet tablosu aşırı ulusçuluğa karşı bir tepki uyandırdı. Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan liderler, bir çeşit Avrupa federasyonuyla ilgilendiler. Bu, geçmişteki düşmanlıkların yerini alacak sıkı bir işbirliğine dayalı bir Avrupa birleşik devletleri olacaktı.
Bu tür yönlendirmeler Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun (AET,1957) ve AvrupaTopluluğu'nun (AT,1967) oluşmasına yol açtı. Başlangıçta AET altı ülkeden oluşuyordu: Belçika, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Batı Almanya ve Fransa cumhurbaşkanı Charles de Gaulle tarafından yönetiliyordu. Birinci kuşak AvrupalIlar Sovyet karşıtı olduklarından, ABD ile yakın ilişkiler kurulmasından yanaydılar. Ancak, ABD etkisine karşı çıkan de Gaulle, Avrupa'yı doğuya, Urallar'a kadar uzanan bir uluslar topluluğu olarak görüyordu. Bu yüzden Fransa'yı NATO'nun askerî kanadından çekti ve İngiltere'nin Washington'la "özel ilişkileri" olduğu için İngilizlerin AET'ye girmesini engelledi. Ancak, 1969'da de Gaulle'ün düşmesi üzerine AT için yeni bir dönem başladı: 1973'te İngiltere, İrlanda ve Danimarka topluluğa alındı; daha sonra Yunanistan, İspanya ve Portekiz de katıldı. Ancak, artan üye sayısı üyeler arasında bir konsensüs sağlanmasını daha da güçleştirme sakıncasını beraberinde getirdi.
Doğu Avrupa'da devrim: Sovyet etki alanı içindeki ülkeler arasında bir tek Yugoslavya, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasını izleyen dönemde bağımsız bir yol tutturmayı başardı. SSCB ve Avrupalı uyduları -Varşova Paktı ülkeleri- bu uluslar kendilerini Sovyet kontrolünden kurtarmaya çalıştıklarında Macaristan'a (1956) ve Çekoslavakya'ya (1968) askerî müdahalede bulundular. Ancak, 1985'te Moskova'da Gorbaçov rejiminin kurulmasıyla her şey değişmeye başladı. 1981 'de baskılara boyun eğen Polonya'nın bağımsız Dayanışma hareketi, SSCB'nin Doğu Avrupa üzerindeki sert tutumunu gevşetmesi sonucu 1980'lerin sonlarında yeniden ortaya çıktı ve Ağustos 1989'da bir hükümet kurmasına izin verildi. Bu arada, Macaristan kendini çok partili bir demokrasiye dönüştürmüştü. Daha sonra, 1989'un sonunda, Doğu Avrupa'daki Sovyet uydu sistemi parçalandı. Sovyet desteğinden yoksun kalan Çekoslovakya, Doğu Almanya ve Bulgaristan'ın katı stalinci rejimleri halk ayaklanmaları karşısında eriyip giderken, Romanya'da da Nikolay Çavuşesku diktatörlüğü kanlı bir isyan sonucunda devrildi.
SSCB'de Mihail Gorbaçov'un liberalleştirme reformları, ulusçu ve ayrılıkçı kışkırtmalar Sovyet cumhuriyetlerinin dört bir yanına yayılınca, gerçek bir devrime dönüştü; Komünist partisi iktidardan düştü ve soğuk savaş sona erdi. Almanya birleşti, Baltık ülkeleri bağımsızlıklarını elde ettiler ve Doğu ile Batı arasındaki barikatlar ortadan kalktı. Böylece de Gaulle'ün Avrupa'nın Atlas okyanusundan Urallar'a kadar uzandığına ilişkin eski düşüncesi yeni bir gerçeğe dönüştü.