Mikroplar
Yalnız mikroskopla görülebilecek kadar küçük olan, son derece basit yapılı, tekhücreli canlılara mikroorganizma ya da mikrop denir. Bu terimlerin her ikisi de “çok küçük canlı” anlamındaki Yunanca sözcüklerden türetilmiştir. Ama günümüzde, bütün bu tekhücreli canlıları mikroorganizma
adı altında toplayıp, yalnızca hastalık yapan zararlı türlerine mikrop deme eğilimi daha yaygındır. Gerçekten de bu minik canlıların çok az bir bölümü insan, hayvan ve bitki sağlığı için tehlikeli olduğu halde, pek çoğu zararsız, hatta yararlı canlılardır. Örneğin yiyecek ve içeceklerin mayalanmasını, ölen canlıların dokularındaki maddelerin ayrışarak doğaya karışmasını sağlayan hep mikroorganizmalardır.
Mikropları inceleyen bilim dalının, yani mikrobiyolojinin doğuşu hem bu canlılardan yararlanma olanağı vermiş, hem de hastalıkların nedeni, tedavisi ve mikrobik hastalıklardan korunma yolları konusunda yeni gelişmelere yol açmıştır.
Pasteur ve Koch
Mikropların varlığını kanıtlayarak tıp, sanayi ve kimya alanında yeni bir çığır açan ilk bilim adamları Fransız Louis Pasteur ile Alman Robert Koch’tur.
1865’te Fransız ipek sanayisi, ipekböceklerinde baş gösteren salgın bir hastalık yüzünden çok güç duruma düşmüştü. Bu hastalığın nedenlerini araştırmakla görevlendirilen Pasteur, ipekböceği tırtıllarının üzerinde yaşayan çok küçük canlıların tırtıllarda hastalığa yol açtığını buldu. Böylece ilk kez bulaşıcı hastalıkların mikroplardan ileri geldiğini kanıtlayarak yaşam bilimlerinde yeni bir çağ açtı.
Alman mikrobiyoloji bilgini Robert Koch 1843’te Prusya’da doğdu. Kasaba doktoru olarak çalışırken hastalarından arta kalan bütün zamanını mikroskopunun başında geçiriyordu. Hayvanlardan insanlara bulaşan ve çoğu kez ölümle sonuçlanan şarbon hastalığını araştırarak 1876’da bu hastalığın bir mikroptan ileri geldiğini kanıtladı.
Koch’un mikrobiyolojiye önemli katkılarından biri de mikropları boyama yöntemini bulmuş olmasıdır. Bu minik canlılar özel boyarmaddelerle boyandığında mikroskop altında görülmesi ve incelenmesi çok daha kolaylaşıyordu.
1882’de verem mikrobunu bularak insanların bu ölümcül hastalıktan kurtulmasının yolunu açan Koch, Mısır ve Hindistan yolculuklarından sonra da kolera mikrobunu saptamayı başardı. Ayrıca bütün dünyayı dolaşarak salgın hastalıkların etkenlerini araştırdı. Güney Afrika’da uyku hastalığı ve sığır vebası, Hindistan’da hıyarcık vebası, Cava ve Seylan’da (bugün Sri Lanka) da sıtma salgınlarını inceleyen bu büyük bilgin 1910’da öldüğü zaman Nobel Tıp Ödülü’nün yanı sıra birçok ödülle onurlandırılmıştı.
Bulaşıcı hastalıklardan her biri genellikle ayrı bir mikrop türünden ileri gelir; başka bir deyişle hepsinin kendine özgü bir mikrobu vardır. Örneğin kızıl hastalığının mikrobu difteriye ya da başka bir hastalığa yol açmaz. Aynı biçimde, başka bir mikrobik hastalığın etkeni de kızıl hastalığına neden olmaz.
Pasteur ve Koch’un çalışmalarıyla bilim dünyasının ilgi odağı olan mikroplar konusundaki araştırmalar ilerledikçe, bu tekhücreli basit canlılardan bir bölümünün bitkilerle, bir bölümünün de hayvanlarla ortak özellikler taşıdığı anlaşıldı. Uzun süre bu yakınlıklarına dayanılarak bitkiler ya da hayvanlar âlemi içinde sınıflandırılan mikroorganizmalar bugün ne bitki, ne hayvan sayılır ve hepsi özel terimlerle adlandırılır. Örneğin başlangıçta bitkisel canlılar olarak kabul edilen bakteriler ile riketsiyalar günümüzde Monera âleminin üyeleridir. Hayvanlara benzer özellikleri olduğu için tekhücreli hayvanlar olarak adlandırılan protozoalar ile bitkilere yakın olan mantarlar, mayalar ve likenler ise Protista âlemindendir. Hepsinden daha geç bir tarihte bulunan virüsler ise hücre bile sayılmayacak kadar basit ve ancak elektron mikroskopuyla görülebilecek kadar küçük mikroorganizmalardır. Bu nedenle bu canlıların sınıflandırmadaki yeri henüz bilim adamları arasında tartışma konusudur. (Bu yeni sınıflandırmaya ilişkin daha ayrıntılı bilgiyi CANLILAR maddesinde bulabilirsiniz.)
Bütün bu mikroorganizmalar içinde, en çok hastalık etkenini barındıran grup bakteriler ile virüslerdir. Riketsiyalardan, tekhücreli hayvanlardan ve mantarlardan ileri gelen hastalıklar hem sayıca daha azdır, hem de bakteri ve virüs hastalıkları kadar tehlikeli değildir.
Bakteriler bir yandan üzerinde asalak yaşadıkları canlının besinini çalarak direncini kırarken, bir yandan da toksin denen zehirli atıklarıyla canlıya zarar verirler. Vücudun bağışıklık sistemi bu zehirli maddelere karşı hızla ve yeterince antitoksin üretebilirse, toksinler etkisiz duruma gelir ve insan hastalanmaz.
Virüslerin hastalık yapıcı etkisi bakterilerinkinden daha farklıdır. Bu küçük canlılar içine girdikleri vücut hücresini ele geçirerek çoğalır ve sonunda hücreyi parçalayarak hastalığa yol açarlar. Örneğin grip virüsü boğazdaki hücrelere yerleştiği için gribe yakalandığımız zaman boğazımız ağrır.
Bazı tekhücreli asalaklar da insan vücuduna yerleştiğinde tıpkı bakteriler ve virüsler gibi hastalığa neden olabilir. Örneğin mikroskopla bakıldığında birer pelte damlasını andıran ve doğal yaşamda zararsız canlılar olan amiplerin bir türü insanın bağırsaklarına yerleştiğinde amipli dizanteri denen hastalığa yol açar.
Eskiden Afrika’da her yıl on binlerce kişinin ölümüne neden olan uyku hastalığının etkeni de kamçılılar grubundan bir tekhücrelidir. Tripanozoma denen bu küçük hayvansal asalak çeçe sineğinin insanı sokmasıyla vücuda girer. Tekhücreli hayvanların sporlular grubundan olan bir asalak da aynı biçimde anofel cinsinden sivrisineklerin ısırmasıyla insana bulaşır ve sıtma hastalığına yol açar. Gerek hastalıklara, gerek mayalanma ve ayrışmaya yol açtıkları için insanı yakından ilgilendiren bakteriler, virüsler, tekhücreli hayvanlar, mantarlar ve mayalar konusunda daha ayrıntılı bilgi edinmek için BAKTERİ; MANTARLAR; MAYA; TEKHÜCRELİ HAYVANLAR; VİRÜSLER VE VİRÜS HASTALIKLARI maddelerine bakınız.
Vücudun Mikroplara Karşı Direnci
Bütün canlılar gibi insanlar da her an mikroplarla karşı karşıyadır. Ama mikropların çoğu vücuttan içeri girip dokulara yerleşmedikçe hastalık yapamaz. Vücut yüzeyini örten deri, mikropların içeri girmesini engelleyen çok iyi bir koruyucu katmandır. Gene de bazı mikroplar, örneğin sıtma asalağı, kendisini taşıyan sivrisineğin iğnesini batırarak deride açtığı minicik delikten içeri girerek bu engeli
aşabilir.
Burun delikleri ve ağız gibi açıklıklardan mikropların girmesi daha kolaydır. Ama bu tehlikeye karşılık insanın solunum yollarında çok etkili bir temizleme ve süzme sistemi bulunur. Burundan başlayarak bütün solunum yolu, yabancı parçacıkları tutan yapışkan bir salgıyla kaplıdır. Solunum yolunu döşeyen hücrelerin titrek tüycükleri hareket ettikçe bu sümüksü salgı boğaza doğru ilerler ve yutularak mideye iner. Eğer içinde mikroplar varsa, midenin salgıladığı asit ve enzimler bu canlıları parçalayarak zararsız duruma getirir.
Bütün bu engellere karşın vücuda girmeyi başaran mikropların karşısına bu kez ikinci bir savunma duvarı çıkar. Bu savunmanın temel direği, fagosit denen ve yabancı parçacıkları yok etmekle görevli olan bazı akyuvarlardır. Bu özelleşmiş hücreler yabancı parçacığın çevresini kuşatır ve içine alarak enzimleriyle yok eder. Fagositlerin bir bölümü derinin ya da solunum yolu ile bağırsakların içini döşeyen zarın hemen altında bulunur. Vücudun bu bölgeleri, saldıran mikropları yutabilecekleri en uygun yerlerdir.
Eğer mikroplar kana karışırsa, bu kez de karaciğer ve dalaktaki fagositler işe girişir. Bu önleme karşın mikropların sayısı hastalığa yol açacak kadar artarsa, vücudun öbür bölgelerindeki fagositlerin büyük bölümü hızla o bölgeye gönderilir. Böylece mikroplar ile savunma hücreleri arasında kıyasıya bir savaş başlar.
Deri ve sümüksü salgı gibi engeller ile fagositler, insanın doğuştan var olan savunma sisteminin birer parçasıdır. Bir mikropla ilk kez karşılaşıldığında o mikroba karşı kazanılan bağışıklık ise, sonradan edinilen ikinci ve güçlü bir savunma mekanizması oluşturur. Bu nedenle, bulaşıcı hastalıklardan korunmanın en etkili yolu aşılanmaktır.