Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Tıp

  • Okunma : 323
Tıp Resim

İnsanlar çok eski çağlardan beri tutuldukları hastalıklardan kurtulmak için çareler aradılar. Ama insan vücudunun yapısı ve organların işleyişi konusundaki araştırmalar çok yavaş ilerlediği için, doğru tedavi yöntemlerinin bulunması ve uygulanması çok uzun zaman aldı.

    Tarih öncesi insanların bu konudaki bilgi ve deneyimlerinin şifalı bitkilerden ilaç yapmakla sınırlı kalmadığı sanılıyor. O çağlardan kalma bazı kafataslarının üzerinde, çakmak taşından yapılmış kesici aletlerle açıldığı sanılan küçük, yuvarlak delikler görülmüştür. Bu uygulama, beyin urlarını temizlemek ya da kafatası içindeki kanamaları durdurmak için, trefin denen cerrah testeresiyle kafatası kemiklerinden küçük bir parça çıkarmaya dayanan çağdaş yönteme çok benziyor. Ama tarih öncesi insanların ne beyin urları, ne de kafatasının iç basıncı konusunda en küçük bir bilgileri olduğu düşünülemez. Anestezi yöntemleri bilinmediğine göre çok ağrı veren bu kafa delme işleminin asıl amacı, büyük olasılıkla, çok şiddetli baş ağrılarını dindirmek, belki de kafatasının içine yerleşmiş olduğu düşünülen kötü ruhları kovmaktı.

    Dünyanın yalnızca belirli bir bölgesinde değil, Fransa, Portekiz, Çekoslovakya’nın Bohemya yöresi, Peru ve Japonya gibi birbirinden çok uzak yerlerdeki tarihöncesi tümülüslerde (mezar tepelerinde) özel olarak delinmiş yüzlerce kafatası bulunmuştur. Bu kafataslarından çıkarılan küçük kemik parçalarının da ipe dizilerek gene kötü ruhlardan korunmak amacıyla tılsım gibi boyna takıldığı sanılıyor; çünkü, düğmeyi andıran bu yuvarlak kemik parçalarından çoğunun ortası deliktir.

    Aslında tıbbın başlangıcı büyük ölçüde büyücülükle iç içe geçmiştir; öyle ki, bugün dünyanın birçok yerinde hâlâ bu anlayışın izlerine rastlanır. Örneğin, geleneksel yapısını koruyan bazı toplumlarda, bilimsel tedavi yöntemleri yerine büyüyle hastaları iyileştirmeye çalışan büyücü doktorlar vardır. Hatta, tıp konusunda önemli çalışmaların yapıldığı ve şifalı otlardan hazırlanan ilaçların başarıyla kullanıldığı Eski Mısır’da bile büyücülük neredeyse tıbbın ayrılmaz bir parçası olmuştu.

    Mısırlı doktorlar aynı zamanda rahipti ve hastalarım tedavi ederlerken kutsal kitaplarındaki ilkelerin dışına çıkamazlardı. Bu ilkelerin. akıl ve bilgi tanrısı Thot tarafından yazıldığına inanılırdı; oysa, Thot adına yapılmış tapınakta hizmet eden ilk rahiplerden bir bölümü bu metinlerde kendi deneyimlerini aktarmışlardı. Kutsal kitaptaki tedavi kurallarını çiğneyen rahip doktorlar kesinlikle cezalandırılırdı; eğer hasta tedavi sonucunda ölmüşse verilecek ceza ölümdü. Bu katı kurallar doğal olarak insanları yeni tedavi yöntemleri arayıp uygulamaktan alıkoydu ve çok geçmeden tıp da bir büyücülük ve boş inanç konusu olup çıktı.

    Gene de Eski Mısırlılar’ın tıbba katkısı yadsınamaz. Her şeyden önce, şifalı bitkilerden ve öbür doğal maddelerden oldukça etkili ilaçlar yapmayı biliyorlardı; örneğin bugün de bazı ilaçların ham maddesi olan sinameki ile hint yağını ilk kez tedavi amacıyla kullanan Mısırlılar oldu. İlaçların etkilerini inceleyen farmakoloji biliminin bu uygarlık beşiğinde doğup büyüdüğü kabul edilir. Üstelik ölülerini mumyaladıkları için, Mısırlılar'ın iç organlar konusundaki bilgileri de oldukça ileriydi. Çünkü mumya hazırlanırken önce iç organlar çıkarılıyor, kokuşmaması için uzun süre reçine ve baharata yatırılıyor, sonra da bu organlar ve cesedin tümü keten şeritlerle sarılıyordu.

    İÖ 5. yüzyılda yaşamış olan Eski Yunanlı tarihçi Herodot, Mısırlı rahip doktorlardan her birinin vücudun yalnızca belirli bir bölgesindeki hastalıklarla ilgilendiğini yazar. Kısacası, bir anlamda günümüzdeki uzman doktorlar gibi, bazıları göz, bazıları baş, bazıları da mide hastalıklarının tedavisini üstlenirmiş.

    Buna karşılık, gene Herodot’tan öğrendiğimize göre, Babil ülkesinde hiç doktor yokmuş. Hastalanan insanlar pazaryerlerinde uzanıp yatar ve o hastalık konusunda bilgisi olan herhangi birinin kendileriyle ilgilenerek akıl vermesini beklerlermiş.

    Hindistan ise, günümüzden 3.000 yıl kadar önce, cerrahi alanında oldukça ileri bir düzeye ulaşmıştı. Hintli cerrahlar daha o çağlarda bile bugünkülere çok benzeyen makas, testere, iğne ve pens gibi cerrahi araçları kullanıyorlardı. Kol ya da bacak kesilmesi (ampütasyon), gözdeki kataraktın alınması, hatta deri aşılama ve plastik cerrahi ameliyatları gibi çağdaş tekniklerin çoğunu uygulayabilecek kadar ustaydılar. Hint tıbbının en büyük ve kapsamlı yapıtlarından biri olan Rigveda İÖ 1500 yıllarından kalmadır. İÖ 300 yıllarında ise Hindistan’da ilk hastaneler açılmıştı.

    Çin tıbbının da en az 4.000 yıllık köklü bir geçmişi vardır. İlk kez İÖ 2600 yılında yazıya geçirilen, ama yüzyıllar boyunca birçok kez gözden geçirilerek yeniden düzenlenen bir tıp derlemesi, kan dolaşımı ve nabız ölçümü konusunda da bilgiler içerir. Çinliler de şifalı bitkilerden çok çeşitli ilaçlar hazırlıyorlardı. Bu bilgiler önce Persler’in eline geçti; İS 850 yıllarında İslam devletleri genişledikçe, Arapkir bu yöntemlerin çoğunu bazen Perslerden, bazen doğrudan doğruya Çinliler’den öğrenerek uygulamaya başladılar.

Eski Yunan ve Roma Tıbbı

Eski Yunan uygarlığında tıp tanrısı olarak bilinen Asklepios aslında bu toplumun ilk doktorlarından biriydi. Sonradan, hastaları tedavi etmedeki becerisiyle öylesine yüceltildi ki önce ulusal bir kahraman, sonra da tanrı olarak görüldü ve onuruna tapınaklar yapıldı.

    Eski Yunan tıbbının en büyük bilgini, öğretileri ve çalışmaları yazılı olarak günümüze kadar ulaşan Hipokrat’tır. Bu büyük bilgin öğrencilerine, bir doktorun ilk görevinin hastalarına hiçbir biçimde zarar vermemek olduğunu öğretmiştir. Söylendiğine göre Hipokrat’ın öğrencileri, eğitimlerini tamamlayarak tıp mesleğine adım atarlarken, kendi yetenek ve bilgileri ölçüsünde bütün hastalara yardım edeceklerine, ne olursa olsun kimseye öldürücü ilaç vermeyeceklerine, hastalarının sırlarını sonsuza dek gizli tutacaklarına ve mesleklerini hiçbir zaman kötüye kullanmayacaklarına ant içerlermiş. Bu “Hipokrat Yemini” yüzyıllar boyunca tıp mesleğinin temel ahlak ilkesi sayılmış ve mesleğe yeni başlayan bütün doktorlarca bir kez yinelenmiştir.

    Büyük düşünür Aristo da tıbbın yanı sıra doğa bilimleriyle ilgilenmiş ve bilinmeyen her olgunun nedeninin yalnızca deney yoluyla anlaşılabileceğini savunmuştur. Aristo, yeryüzündeki bütün varlıkların toprak, hava, ateş ve su gibi dört temel öğeden oluştuğunu öne sürmüştü. Bunların özü de sıcak, soğuk, ıslak ya da kuruydu; örneğin ateş sıcak ve kuru, su ise soğuk ve ıslaktı.

    Eski Romalılar doktorları küçümser ve hekimliği yalnızca kölelere uygun bir meslek olarak görürlerdi. Bu yüzden tıpla hiç ilgilenmediler ve aileden biri hastalandığı zaman ona bakması için evlerinde hekimlikten anlayan bir köle bulundurmakla yetindiler. Hatta, Eski Yunan dünyasının ünlü tıp bilginleri bile İtalya’ya gittiklerinde yeterince saygı görmezlerdi. Bunlardan biri de. Eskiçağ tıbbının Hipokrat’tan sonraki en büyük ustası sayılan Galenos’tu. İS 2. yüzyılda yaşayan Galenos Mısır’daki İskenderiye kentinde, o dönemin en yetkin tıp okulunda eğitim gördükten sonra Roma'ya giderek İmparator Marcus Aurelius’un saray doktorluğunu üstlendi.

    O çağda kadavraların (ölü insan vücutlarının) kesilerek incelenmesine yasalar izin vermiyordu. Bu yüzden anatomi çalışmalarını hayvan ölüleri üzerinde yürütmek zorunda kalan Galenos, bütün güçlüklere karşın, kasların ve damarların yapısına ilişkin çok değerli bilgiler edindi. Ne yazık ki bu büyük bilgin de tıpkı Hipokrat gibi, insan vücudunun dört suyuktan (sıvıdan) oluştuğuna inanıyordu; bu dört sıvı, kan, lenf, safra ve balgamdı. Bunlardan birinin oranı arttığında ya da azaldığında vücudun dengesi bozuluyor ve insan hastalanıyordu.

    Galenos, bu eski tıp inanışını biraz daha geliştirerek, vücutta üç ayrı ruh bulunduğunu öne sürdü. Bir insanın sağlıklı kalabilmesi için, Galenos'un doğal, yaşamsal ve hayvansal olarak adlandırdığı bu ruhların da belirli bir denge içinde bulunması gerekiyordu. Böylece, dört temel öğe, dört suyuk ve üç ruh inancı bütün ortaçağ boyunca doktorların ve öbür bilginlerin öğretilerine yön verdi.

    Romalılar, her ne kadar tıbba önem vermeseler de, halk sağlığı konusundaki ilk uygulamaların öncüsü oldular. Su kemerleri kurarak Roma kentine temiz içme suyu getirmeleri, çiçek, veba gibi ölümcül salgın hastalıkların yayılmasını büyük ölçüde engellemiştir. Ayrıca, savaşta yaralanan askerler için tasarladıkları yeni cerrahi araçları da tıbbın bu dalının gelişmesine katkıda bulunmuştur.

Orta Çağ

İsa’dan sonraki çağların ilk tıp okulu 4. yüzyılda, İtalya'nın bugünkü Salerno kentinde kuruldu ve önemini yüzyıllarca korudu. Kız-erkek ayrımı yapmaksızın dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilere tıp eğitimi veren bu okul, söylenceye göre, dört büyük tıp geleneğinin temsilcileri olan bir Yunanlı, bir Latin, bir Arap ve bir Yahudi’nin ortak çabalarıyla kurulmuştu.

    Ne var ki, 4. yüzyıldan Rönesans’a kadar olan dönem bütün bilim dalları gibi tıbbı da gerçek bir duraklamanın eşiğine getirdi. Yeni gelişmeler olmadığı gibi, daha önceki kuşaklardan aktarılan bilgilerin çoğu da bu karanlık çağlarda yitip gitti. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Yunan ve Roma çağlarından kalma en önemli bilimsel çalışmaların saklandığı ünlü İskenderiye Kütüphanesi’nin İS 391’de çıkan bir ayaklanma sırasında yerle bir edilmesidir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ve kilise büyüklerinin bilim karşısındaki düşmanca tutumları da bu yıkılışı hızlandırdı. Böylece, eski boş inançlar yeniden bilimsel gerçeklerin yerini almaya başladı. İnsanlar hastalıkların sorumluluğunu gene eskisi gibi kötü ruhlara, cinlere ve şeytana yüklediler; iyileşmek için de dualara, kutsal hac yerlerini ziyarete ve vücuttan kötü ruhları kovmak üzere kilisenin önerdiği çeşitli yöntemlere sığındılar. Sağlık açısından büyük önem taşıyan temiz içme suyu ve kanalizasyon gibi altyapı hizmetleri iyice aksadığından, Avrupa’nın giderek kirlenen kent ve kasabalarında artık büyük salgınların biri bitmeden öbürü başlıyordu.

    Ortaçağın baskıcı Hıristiyan öğretileriyle batıda tıp yavaş yavaş gerilerken, bu alandaki öncülüğü İslam dünyası üstlendi. Bu bilginlerin en büyüğü olan İbn Sina'nın (980-1037) etkisi, ortaçağla ya da doğu ülkeleriyle sınırlanmayacak kadar derin olmuştur.

    Ortaçağ Avrupası’nda küçük de olsa bir umut ışığı yakan tek yer manastırlardı. Hastalıkları tedavi etmek için manastırların bahçelerinde şifalı otlar yetiştirip ilaçlar hazırlayan keşişler, bir yandan da Galenos'un ve Arap simyacıların çalışmalarını okuyarak bilgilerini artırıyorlardı. Bu keşişler ve rahibeler, hastalara ya da ölmek üzere olan yoksullara manastırların kapılarını açarak bakımlarını üstlendiler; böylece Avrupa'nın ilk hastaneleri kurulmuş oldu.

Rönesans

15. ve 16. yüzyıllarda, Rönesans ile birlikte Avrupa'da büyük bir değişim yaşandı. Ama ne yazık ki, başta sanat ve edebiyat olmak üzere bütün alanlarda köklü değişikliklere yol açan bu hareketten tıp bilimi yeterince yararlanamadı. Çünkü o çağın tıp bilginleri yeni düşünceleri kolay kolay benimseyemediler.

    Tıptaki uyanışın ilk belirtilerinden biri, cerrahinin birden bire önem kazanmaya başlaması ve 1540’ta İngiltere’de Berber-Cerrahlar Birliği'nin kurulmasıdır. O zamana kadar ayrı loncalarda örgütlenmiş olan cerrahlar ile berberler, hastalarının iyiliği için birlikte çalışma kararı alarak loncalarını birleştirdiler. Bu birlik 1745'e kadar sürdü; o tarihten sonra berberler, ameliyat yapma yetkisini cerrahlara bırakarak yalnızca saç, sakal kesme işini üstlendiler. Doktorlar bu konuda daha şanslıydı; 1518'de Londra'da kurulan Kraliyet Tıp Okulu varlığını bugüne kadar sürdürebildi.

    Hastalıkların tedavisi konusundaki gerçek atılım, her şeyden önce, vücudun yapısını inceleyen anatomi ile işleyişini inceleyen fizyolojinin gelişmesine bağlıydı.

    Anatomi alanındaki araştırmaları yeniden başlatan. İtalya'daki Padova Üniversitesi’nin en ünlü hocalarından Andreas Vesalius (1514-64) oldu. Daha sonra, Zacharias Janssen adında bir Hollandalı'nın 1590’da mikroskobu bulması anatomi ve fizyoloji çalışmalarına büyük bir atılım kazandırdı. Gene Hollandalı olan Antonie van Leeuwenhoek (1632- 1723) ise mikroskobu ilk kez biyoloji ve tıp araştırmalarında kullandı. Anatomi bilgisi özellikle cerrahlar için son derece önemliydi. İngiliz cerrah John Hunter (1728-93) da anatomi ve fizyoloji konusundaki engin bilgisiyle cerrahiyi daha bilimsel temellere oturtmayı başardı.

    Bu yüzyıllarda, anatomi çalışmalarının güdümüyle hızlı bir gelişme sürecine giren fizyoloji alanında da parlak buluşlar birbirini izledi. İngiliz tıp bilgini William Harvey (1578- 1657), kanın kalp aracılığıyla bütün vücuda nasıl pompalandığını ve hangi yolu izleyerek dolaşımını tamamladığını ayrıntılarıyla açıkladı. Bunu izleyen üç yüzyıl boyunca vücuttaki bütün organların ve organ sistemlerinin çalışması büyük bir özenle araştırıldı. Fransız fizyoloji bilgini Claude Bernard (1813-78) sindirim sürecini inceledi ve karaciğerin şekeri nasıl depolayıp gerektiğinde kana geri verdiğini göstererek bu organın temel işlevlerini tanımladı.

Çağdaş Tıp

Vücudun normal yapısı ve işleyişi incelendikten sonra, sıra, hastalıkların nedeni olan yapı ve işlev bozukluklarını incelemeye gelmişti. Patoloji denen bu araştırma alanı 19. yüzyılda büyük bir önem kazandı. Hastalıkların anlaşılmasında en değerli ipuçlarının vücut hücrelerinde gizli olabileceğine dikkati çeken Alman tıp bilgini Rudolph Virchow (1821-1902) patolojinin bilimsel temellerini atan kişidir.

    Bakterilerin bulunması, doktorların hastalıklar konusundaki görüşlerini tümüyle değiştirdi ve mikrobik hastalıkları önleme ya da tedavi etme olanaklarını hazırladı. Bakteriyolojinin kurucusu olarak anılan Louis Pasteur (1822-95) birçok hastalığın bakterilerden ileri geldiğini kanıtladı ve zararlı mikro organizmaları yok etmek için çeşitli yöntemler geliştirdi. Gene büyük bakteriyoloji bilginlerinden Robert Koch (1843-1910) da verem basilini gözlemleyip tanımladı. Bakterilerden çok daha küçük olan virüslerin varlığı ise ancak 20. yüzyılda saptandı ve birçok bulaşıcı hastalığın virüslerden kaynaklandığı anlaşıldı.

    Hastaların belirli yöntemlerle daha ciddi biçimde incelenmeye başlaması da 19. yüzyılın ilk yıllarına rastlar. Doktorun parmak uçlarıyla hastanın göğüs kafesine vurarak içeriden yankılanan sesleri dinlemesine dayanan “perküsyon" yönteminin bulucusu, Leopold Auenbrugger (1722-1809) adında Viyanalı bir doktordur. Auenbrugger'in babası hancıydı ve şarap fıçılarının ne kadar dolu olduğunu anlamak için üstlerine hafifçe vurarak fıçıları yoklardı. Fıçının boş ve dolu bölümlerinden gelen seslerin değişik tınıda olduğunu fark eden genç doktor, akciğerlerde sıvı birikip birikmediğini anlamak için hastalarında da bu yöntemi uygulamaya başladı. Fransız doktor Rene-Theophile Laennec'in (1781-1826) buluşu olan stetoskop da göğüs seslerinin dinlenmesinde çok önemli bir gelişmedir. Laennec, bir yazı kağıdını boru biçiminde bükerek hastasının göğsüne dayadığında kalp ve akciğer seslerini çok daha net olarak duyduğunu fark etmişti. Tahtadan yapılmış basit birer boru biçimindeki ilk stetoskoplar giderek gelişti ve hastanın göğsüne ya da sırtına kulak dayayarak dinleme geleneği tarihe karıştı.

    19. ile 20. yüzyıllarda fizik ve biyokimya dallarındaki hızlı gelişmenin sonuçları, tıptaki tanı ve tedavi yöntemlerine yansımakta pek gecikmedi. Alman fizik bilgini Wilhelm Conrad Röntgen (1845-1923) X ışınlarını 1895"te bulmuştu. 1960'lı ve 1970'li yıllarda, X ışınlarından yararlanarak, hastalıkların tanısında doktorlara çok yardımcı olan yeni yeni yöntemler geliştirildi. Örneğin, beyin ve vücut dokularını tarayarak urları ya da herhangi bir yapı bozukluğunu saptamaya yarayan bilgisayarlı tomografi tekniği bunlardan biridir. Canlı dokuya zarar vermeyecek kadar zayıf radyoaktif maddelerin damar içine ya da incelenecek organa şırıngayla akıtılmasıyla da iç organların filmi çekilebilir.

    Ayrıca doktorlar, ucunda bir mercek ile küçük bir lamba bulunan uzun, esnek bir boruyu büyük bir özenle vücut boşluğuna sokarak iç organları doğrudan görebilirler. Bu araçların ilk örnekleri, denizaltılardaki periskoplar gibi sert ve bükülmeyen birer boru biçimindeydi; oysa günümüzde son derece esnek ve istenildiği gibi eğilip bükülebilen plastik borular kullanılır. Örneğin midenin içini görerek incelemeye yarayan gastroskop ağızdan içeri sokulup. yemek borusundan geçirilerek mideye indirilir: akciğerleri ve bronşları incelemeye yarayan bronkoskop. ağızdan içeri sokulduktan sonra soluk borusuna doğru yönlendirilir; karın boşluğunu ve buradaki organları incelemeye yarayan laparoskop ise karın duvarında açılan küçük bir delikten içeri sokulur. İç organların görüntüleri borunun içindeki optik lifler aracılığıyla yukarıya kadar iletilir. Böylece doktorlar çoğu zaman hastayı ameliyat masasına yatırmadan, örneğin karın duvarını açmadan iç organlarındaki bir hastalığa kolayca tanı koyabilirler.

    Biyokimya alanındaki araştırmalar da özellikle böbrek ve şeker hastalıklarının tedavisinde büyük kolaylıklar sağlamıştır. Laboratuvarlarda yapılan kan testleri hem kanın biyokimyasal yapısı, hem de kan hücreleri konusunda çok değerli bilgiler vererek hastalıkların tanısını kolaylaştırır.

    Bakteriyolojinin gelişmesi de çok etkili tedavi yöntemlerinin bulunmasında önemli rol oynamıştır. Pasteur'ün bakterilere ilişkin çalışmalarını okuyan İngiliz cerrah Joseph Lister (1827-1912), başarılı bir ameliyattan sonraki beklenmedik ölümlerin Pasteur'ün sözünü ettiği bu zararlı bakterilerden kaynaklandığı sonucuna vardı. Ameliyat sırasında ya da daha sonra bu mikroplar ameliyat yerindeki açık yaralardan vücuda girerek yaraların iltihaplanmasına, hatta bazen kana karışarak hastanın ölümüne neden oluyordu. Mikropları öldürebilecek kimyasal maddelerle bu tehlikeyi önleyebileceğini düşünen Lister ameliyat sırasında cerrahların maske, eldiven ve ameliyat önlüğü kullanmalarını, ayrıca ameliyat salonuna fenol buharı püskürtülmesini önerdi. Antiseptik denen mikrop öldürücü sıvılardan başka, ısı ve bazı ışınlar da bakteriler üzerinde etkilidir. Bugün bütün ameliyat aletleri kullanılmadan önce "otoklav” denen özel fırınlara konarak kızgın buharla sterilize edilir, yani mikroplardan arındırılır.

    Hastalıkların tedavisinde, bakterileri öldürebilen kimyasal maddelerden yararlanma düşüncesinin öncüsü Paul Ehrlich’tir (1854- 1915). Gerhard Domagk (1895-1964) ise, bazı türleri bugün bile bakteri kökenli hastalıkların tedavisinde kullanılan sülfonamit grubu ilaçları geliştirmiştir. Ama, bugüne kadar üretilen bütün ilaçlar içinde en önemlisi antibiyotiklerdir. Sir Alexander Fleming (1881-1955), Penicillium cinsinden küf mantarlarının çevresindeki bakterilerin öldüğünü gözlemlemişti. Bu konudaki deneyleri sürdüren Howard Florey (1898-1968), 1939’da, antibiyotiklerin ilk örneği olan penisilini bol miktarda üretmeyi başardı. Penisilinden sonra en önemli antibiyotiklerden biri de 1944'te bulunan ve veremin tedavisinde kullanılan streptomisindir.

    Günümüzde bir hastaya antibiyotik vermeden önce bakterilerin bulaşmış olduğu dokudan bir örnek alınır ve laboratuvardaki özel besi yerinde bakterilerin çoğalması sağlanır. Böylece bakterinin türü kesin olarak belirlendikten sonra, “antibiyogram” yöntemiyle bu canlıları yok eden en etkili antibiyotik saptanır ve uygun dozlarda hastaya verilir.

    Hastalıklardan korunmanın en etkili yöntemi ise, bir hastalığın mikrobunu vücuda “aşılayarak” yapay yoldan bağışıklık kazandırmaktır. Hastalık yapıcı etkisi azaltılmış olan bu mikrobun proteinleri bizim proteinlerimize benzemez. Bu yüzden, aşılanan kişinin bağışıklık sistemi, bu yabancı proteinleri yok etmek üzere antikor üretmeye başlar. Eğer aynı mikrop bu kez canlı olarak yeniden vücuda girerse, kandaki hazır antikorlar hemen harekete geçerek hastalık etkenini yok eder.

    Bağışıklığın önemini kanıtlayan ilk etkili aşı, Edvvard Jenner’ın (1749-1823) hazırladığı çiçek aşısıdır. Günümüzde insanlar boğmaca, tetanos, difteri ve çocuk felci gibi birçok hastalıktan aşıyla korunabiliyorlar.

    Bu yüzyılın başlarında, kalp hastalıklarına karşı kullanılan dijitalin, sıtma tedavisinde kullanılan kinin ve ağrı kesici olarak kullanılan morfin gibi ancak üç beş tane etkili ilaç biliniyordu. Bu alandaki hemen hemen bütün gelişmeler yaşadığımız yüzyılın ürünüdür. Bugün ilaç fabrikalarında her gün yeni yeni ilaçlar geliştiriliyor ve kullanıma sunulmadan önce her birinin etkisi ve güvenilirliği uzmanlarca denetleniyor.

    Radyoaktif maddelerin tanı ve tedavi amacıyla kullanılması da tıptaki en önemli gelişmelerden biridir. 1898'de Marie Curie (1867- 1934) ile Pierre Curie’nin (1859-1906) radyumu bulmaları, kanserin ve bazı kan hastalıklarının tedavisinde yeni umutlar veren ışın tedavisinin (radyoterapinin) çıkış noktası oldu. Bugün büyük hastanelerin hemen hepsinde bir radyoterapi bölümü vardır.

    20. yüzyıl, cerrahi alanında da çok büyük teknik gelişmelere tanık oldu. Bunların başında hiç kuşkusuz organ nakli gelir. Özellikle böbrek nakli ameliyatlarında çok başarılı sonuçlar alınıyor; ayrıca kalp, akciğer ve karaciğer gibi organlar da, başka tedavi olanağı kalmadığı zaman, yeni ölmüş birisinden alman sağlam organlarla değiştirilebiliyor. Bu tip ameliyatlarda en büyük sorun, vücudun bağışıklık sisteminin yeni organı yabancı madde kabul ederek yok etmeye çalışmasıdır. Ama, bağışıklık sistemini bastıran özel ilaçlarla vücudun bu tepkisi ve yeni organı reddetmesi engellenebiliyor.

    Cerrahi alanındaki son gelişmelerden biri de mikro cerrahidir. İki gözle bakılabilen özel mikroskoplarla ve son derece duyarlı aletlerle çalışan cerrahlar artık insan saçından bile ince olan kılcal damarları ve sinirleri uç uca ekleyebiliyorlar. Böylece, bir kazada kopan ya da parçalanan organlar büyük bir başarıyla eski yerine tutturulabiliyor.

    Cerrahi dalındaki bütün bu gelişmelerde öbür alanlardaki bazı buluşların büyük payı vardır. Sterilizasyon, antibiyotikler, kan nakli ve hastaya damardan serum verilmesi gibi uygulamalar olmasa cerrahi de bugünkü başarısına ulaşamazdı. Ama bütün bu katkılar içinde belki de en önemlisi, ağrısız ameliyat yapma olanağını veren anestezik maddelerin bulunmasıdır.

    Mühendisler ile doktorlar arasındaki verimli işbirliğinin sonuçları da tıbbın ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştur. Örneğin, gerektiğinde akciğerlerin görevini üstlenerek solunuma yardımcı olan çelik ciğer, kan dolaşımını bir süre vücut dışında sürdürebilen kalp-akciğer makinesi ve böbreklerin işlevini yerine getiren diyaliz makinesi (yapay böbrek) gibi gelişmiş araçlar bu işbirliğinin ürünleridir ve pek çok insanın yaşamını kurtarmıştır.

Tıbbın Uzmanlık Dalları

Tıp öylesine geniş bir alandır ki, hiç kimse bu bilimin ilgi alanına giren bütün konuları bilemez. Bu nedenle, öbür mesleklerin çoğunda olduğu gibi tıpta da uzmanlaşma yoluna gidilmiştir. Gene de birçok ülkede, belirli bir dalda uzmanlık eğitimi görmemiş "aile doktorları” ya da “pratisyen doktorlar" bulunur. Bu doktorlar vücuttaki bütün organlarla ilgili hastalıkların bakımını üstlendikleri için, pratisyen doktorluk da aslında kendine özgü bir uzmanlık alanı sayılabilir. Pratisyen doktorlar, beklenmedik herhangi bir gelişmede gerekli önlemleri alabilmek için hastalarını iyi tanımak zorundadırlar. Sıradan hastalıklara tanı koyup tedavisini yürüten bu doktorlar, özel bakım ve tedavi gerektiren durumlarda hastayı bir kliniğe ya da hastaneye göndererek görevlerini uzman doktorlara devrederler.

    Büyük ve tam örgütlenmiş bir hastanede dolaşırken, uzmanlık dallarına ayrılmış bölüm ve kliniklerin yerlerini oklarla gösteren pek çok tabelayla karşılaşırsınız. Bu tabelalarda okuyacağınız bazı uzmanlık dallarının adları ve konuları aşağıda alfabetik sırayla verilmiştir:

Acil Servis ve İlkyardım: Kaza, yaralanma, kalp krizi ya da şeker koması gibi hemen önlem almayı gerektiren acil durumlar için

Dermatoloji (ya da eski adıyla Cildiye): Deri hastalıkları

Doğum Servisi: Doğum yapmaya hazırlanan ya da doğum sonrası bakıma alman annelerin ve yeni doğmuş bebeklerin yatırıldığı bölüm

Endokrinoloji: Hormon ve salgıbezi hastalıkları

Farmakoloji: İlaçların canlı dokular üzerindeki etkilerinin incelendiği deney ve araştırma laboratuvarı

Gastroenteroloji: Mide, bağırsak ve sindirim sisteminin öbür bölümleriyle ilgili hastalıklar

Genel Cerrahi (ya da eski adıyla Hariciye): Kalp, akciğer, beyin, sinir, göz, diş ve çene gibi özel organlar dışındaki ameliyatların yapıldığı bölüm

Geriatri: Yaşlılık hastalıkları ve yaşlıların özel bakımı

Göğüs Cerrahisi: Göğüs boşluğundaki organların, özellikle akciğerlerin cerrahi tedavisi

Hematoloji: Kan ve kan hastalıkları

İç Hastalıkları (ya da eski adıyla Dahiliye): İç organların hastalıkları ve cerrahi yöntemlere başvurmaksızın ilaçla tedavisi

Jinekoloji (ya da Kadın Hastalıkları; eski adıyla Nisaiye): Kadın üreme organlarının hastalıkları • Kadın-Doğum Kliniği: Gebelerin düzenli kontrolden geçirildiği ve ayakta bakım gördüğü bölüm

Kardiyoloji: Kalp ve damar hastalıkları

Kulak-Burun-Boğaz (ya da KBB): Kulak, burun ve boğaz hastalıkları

Nöroloji (ya da eski adıyla Asabiye): Beyin ve sinir sistemi hastalıkları

Oftalmoloji: Göz hastalıkları

Onkoloji: Kanserleşme eğilimi olan ya da olmayan bütün urlar

Ortopedi: Kemik, eklem ve kas hastalıkları

Patoloji: Vücuttan alınan doku ve sıvı örneklerinin incelendiği bölüm

Pediatri: Bebek ve çocukların özel bakımı

Psikiyatri: Ruh hastalıkları

Radyoloji (ya da Röntgen): Tanı ve tedaviye yardımcı olmak üzere, X ışınlarıyla ya da başka yöntemlerle vücut bölümlerinden film çekilmesi

Radyoterapi: Kanserli hücrelerin ya da istenmeyen bütün dokuların X ışınlarıyla ve öbür ışıma kaynaklarıyla yok edilmesi

Üroloji (ya da eski adıyla Bevliye): İdrar kesesinin, idrar yollarının ve erkek üreme organlarının hastalıkları

Yoğun Bakım: Çok ağır durumdaki hastaların oksijen çadırına alınarak ya da kalp ve solunum merkezlerini uyaran özel makinelere bağlanarak her saniye aralıksız izlendiği bölüm

Tıp Resimleri