Fransız edebiyatı
Fransız edebiyatı, Dünyanın en zengin edebiyatlarından biri olan Fransız edebiyatı, yüzyıllar boyunca, Fransız uygarlığının ulusal onurunun bir simgesi, Fransız ulusal kimliğinin temel odağı olmuştur. Fransız ulusunun, edebiyata, dil sorunlarına ve düşünce akımlarına yönelik tutkuya varan ilgisi nedeniyle, Fransız aydınlarının son üç yüzyıl boyunca Fransa tarihinin akışı üstündeki etkisi de büyük olmuştur ve bu etki günümüzde de sürmektedir. Avrupa'ya egemen olan edebiyat akımlarının büyük bir çoğunluğu, Fransa'dan kaynaklanmıştır. Fransa'da edebiyatın yerinin ne kadar ayrıcalıklı olduğunu, yazarların, edebiyatçıların çoğunun adına kurulmuş pek çok dernek ve her yıl dağıtılan pek çok edebiyat ödülü de yansıtır. Özet olarak, Fransız edebiyatının tanınması Fransız ulusunun anlaşılması için bir anahtar gibidir.
Ortaçağ Fransız edebiyatı, Roma İmparatorluğu'nun sonradan Fransa'ya dönüşecek kesiminde Latince'den doğan lehçelerle, çeşitli metinleri kopya etmeye koyulan yazıcı"lar tarafından başlatıldı. Daha sonra, Paris çevresi lehçesi, öbür lehçelere üstünlük sağlayıp. X. yy'da saygınlık açısından Latince'yle yarışır duruma geldi. XI. yy'da "Chanson de Geste" adı verilen destan-şiirlerle, gerçek anlamda Fransız edebiyatı doğdu. Charlemagne'ın yanında ya da ona karşı savaşan şövalyelerin kahramanlıklarının, ölümlerinin anlatıldığı bu destan çevrimlerinden günümüze kalan 8 kadar çevrimin en ünlüsü Chanson de Roland'dır(XII yy.);Charlemagne’ın yeğeni Roland'ın artçı askerlerle birlikte Pireneler'deki Roncesvalles'de (Roncevaux) müslüman Araplarla savaşını anlatan, insan kişiliklerinin basmakalıplıktan kurtulup farklılaştığı bu destan-şiir, Fransa'da ulusal bilincin doğmasına yol açmıştır.
Destan çevrimlerinin yerini, XII. yy'ın ikinci yarısında roman courtois ("saray aşkı") adı verilen tür aldı. Bunlar, Roman dilinde (Eski Fransızca) manzum yazılmış, saray soyluları önünde yüksek sesle okunmaya yönelik yapıtlardı. Eşleri onuruna savaşa giden şövalyelerin yiğitliklerini yücelten bu şiirlerin çoğu, Kral Arthur'un sarayında geçer; İngiltere'ye, Kelt mitolojisine, Cornwall ve Galler bölgelerine göndermelerle yüklüdür. Bunlar arasında Tristan et Iseutt (Tristan ve İsolde) çevriminin özel bîr yeri vardır. Aşkı ve ölümü, güçlü, yarı gizemci biçimde "dile getiren" yapıt, Avrupa'nın her köşesinde şairlere esin kaynağı olmuş, daha sonra da, Richard Wagner'in ünlü operası Tristan und Isolde’nin (1865) konusunu oluşturmuştur. Roman courtois geleneğinin ünlü şairi, Erec, Lancelot ve Perceval çevrimlerinin yazarı Chretien Troyes'dur Çok kısa bir roman courtois türü olan "lai"lerin en güzel örnekleriniyse Marie de France vermiştir. Ortaçağ da yazılmış en güzel manzum yapıt, ilk 4000 dizesi yaklaşık 1230'da Guillaume de Lorris tarafıdan kaleme alman, saray aşkı geleneğinde yazılmış Roman de la Rose'dur (Gülün Romanı); yaklaşık 40 yıl sonra, Jean de Meung, yapıta gerçekçi, yergici bir bakışı yansıtan 18 000 dize daha eklemiştir.
Rose'un ("Gül", ulaşılmak istenen soylu kadın) alegorik aranışının bu öyküsü, Fransız edebiyatındaki etkisini XVII. yy'a kadar sürdürmüştür.
Soylulara yönelik çevrimlerin dışında, çok farklı bir başka edebiyat türü de gelişmiştir. "Fabliau" adı verilen u kısa, yalın, gerçekçi, "dünyevi", yergili halk öykülerinde kadınlar ve din adamları sınıfı da dahil herkes, söz konusu alaycı, yergici tavırdan payını almıştır. İnsanın yerilecek yanlarını, zayıflıklarını alaya almayı, yermeyi ya da bir ahlâk dersi vermeyi amaçlayan alegorik öyküler olan "fabl"lar da halkın büyük beğenisini kazanmıştır; bu türün en ünlü yapıtı, Le Roman de Renart'dır (Tilkinin Romanı).
Ortaçağ sonunun en büyük Fransız şairi, hırsızlıktan, cinayet işlemekten cezaevlerine girip çıkmış François Villon'dur. Testament (Vasiyetname 1461) adlı yapıtındaki balad ve "rondeau" türlerinde birçok şiirde şair, yer yer eğlendirici, yer yer üzücü bir dille serüvenlerini anlatırken, dönemini yüzyıllarca aşarak, günümüzde bile etkileyiciliğini korumayı başarmıştır.
Ortaçağ, Fransa'da, bir düzyazı türü olarak tarih yazarlığının da geliştiği dönemdir. Geoffroi de Villehardouin, İstanbul'un Fethi (1207) adlı yapıtında, bir görgü tanığı olarak Bizans'ın başkentinin, 1204'te "Kutsal Topraklar"ı ele geçirmek için yola çıkan Haçlılar tarafından yağmalanışını anlatmıştır. Louis IX'un ağır bir yenilgiyle sonuçlanan Mısır seferinde saray tarihçisi olarak görev yapan Jean Sire de Joinville, 1309'da sürükleyici başyapıtı Histoire de Saint Louis’yi (Aziz Louis'nin Tarihi) kaleme almıştır. Jean Froissart'ın Chroniques'inde (Kronikler ya da Tarih Anlatıları) 1325- 1400 arasında kendisinin de savaştığı Yüzyıl Savaşları'nın acımasızlıklarını canlı bir dile aktarmıştır. Louis XI ve Charles VIII dönemlerini anlatan Philippe de Commynes'se, Memoires (Tarih Anıları, 1489-90,1497-98) adlı yapıtında, tarihsel olayların kuru bir betimlemesinden çok, derindeki nedenlerini de araştırarak modern anlamıyla ilk tarih yapıtını ortaya koymuştur.
FRANSIZ RÖNESANSI
XVI. yy'ın ilk çeyreğinden sonra François Rabelais, dünya edebiyatının en büyük güldürü yapıtlarından biriyle, Avrupalı aydın kesimin yaşadığı "yeniden doğuş'un ("Rönesans") anlamlı bir örneğini ortaya koymuştur. Cargantua (1534)adlı bu romanın dev kahramanı, oğlu Pantagruel'e, Eskiçağ edebiyatı ve düşüncesinin yeniden doğuşu sayesinde bir kuşak boyunca yaşanan şaşırtıcı akılcı ilerlemenin öyküsünü anlatır. Söz konusu ilerleme öncelikle, eski metinlerin çevrilmesine ve belirli eleştiri yöntemlerinin gelişmesine olanak sağlayan basılı kitapların yaygınlaşmasına bağlıdır. Cargantua'da ve devamı olan Pantagruel de (1532-1556) gülünç, eğlenceli öykünün gerisindeki tutarsızlıklar, kaba mizah ve simgesel abartılar, Rabelais'nin çağdaşlarında, karşı karşıya bulundukları sorunları tanıma ve anlama isteğinin doğmasına yol açmıştır.
Bu tür kaynakların da yardımıyla, Tanrı ve yaşama ilişkin yeni bir insanlık ideali, hümanizm oluşmuştur. Hümanizmi, din alanında dile getiren, protestanlığın Fransa'daki savunucusu, Cenevreli büyük reformcu Jean Calvin'dir: İnstitutio religionis christianae (Hıristiyan Dininin Kurumları, 1541) adlı yapıtında, öğretisini yalın bir dille açıklarken, Latince'nin yanı sıra Fransızca'yı da kullanmış, böylece o güne kadar dinsel konuların Latince işlenmesi ayrıcalığını da ortadan kaldırmıştır.
Bununla birlikte, hümanizmin en iyi temsilcisi, Michel de Montaigne'dir. XVI. yy'ın ikinci yarısında ortaya koyduğu ve "deneme" diye adlandırdığı tür, bilgi içeriği ve düşünce incelikleriyle olduğu kadar, filozofun kendi kişiliği ve düşüncelerine getirdiği eleştirel bakışın da göstergesidir. Montaigne'in Latin ve Yunan filozoflarından yaptığı pek çok alıntıya karşın bütünüyle özgün bir yapıt olan Denemeler (Essais, 1580), edebiyat tarihinin en açıksözlü, samimi içebakış örneklerinden biridir. Bu yapıtıyla Montaigne, XVII. yy'dan XX. yy'a kadar pek çok ülkeden yazarların taklit edecekleri, ama aşamayacakları bir anlatı türü yaratmıştır.
Bu yüzyılda Fransa'da değişik rüzgârların estiği tek alan, düzyazı değildir. Düzyazıdaki geçmişle köprülerin atılması, şiirde de yaşanmış, Fransa'ya İtalya'dan giren sone (sonnet) gibi yeni nazım biçimlerinin yanı sıra eski Yunan ve Latin "od"larını örnek alan şiirler de halktan büyük rağbet görmüştür. Bu arada, Fransız şairleri, yalnızca şiirler yazmakla kalmayıp, ana dillerini daha esnek, yeni biçimlere daha uyumlu bir anlatım aracı yapmaya da çalışmışlardır. 1549'da Joachim du Bellay, "Fransız Dilinin Savunması ve Yüceltilmesi" adını verdiği bir bildiri kaleme alarak, dilin klasik dillerle rekabet edebilmesi için daha da zenginleştirilmesi çağrısında bulunmuştur. Du Bellay'nin hüzün, duygu yüklü şiirlerinin zarifliğine karşılık, Rönesans şairlerinin en önemlisi, Pleiade topluluğunun öncüsü Pierre de Ronsard'dır. Lirik soneleri, hafif odlarıyla ve ömrünün son yıllarında yazdığı siyasal şiirleriyle, Fransız şiirinin geçmişin yersiz bilgiçliklerinden kurtulmasında önemli rol oynamıştır.
KLASİSİZMİN ZAFERİ
Louis XIV'ün krallık döneminde Fransa'nın siyasal açıdan Avrupa'da kazandığı güç, XVIII. yy. Fransız edebiyatına da yansıdı. Fransız edebiyatının bu "altın çağı", laik Fransız eğitiminin de temelini oluşturdu. Başlıca özelliği krallık yetkisinin gün geçtikçe güçlenmesi ve son yılları dışında, katolikliğin etkisini artırması olan bu dönemde, kardinal Richelieu, dilde ve edebiyatta bir düzenleme getirmek amacıyla 1635'te Fransız Akademisi'ni kurdu. "Eskiler ve yeniler kavgası" adı verilen, edebiyattaki iki farklı eğilim (günümüzdeki eleştirmenlerin "barok" diye nitelendirdikleri eğilim, yaratı özgürlüğünü savunuyordu; öbürü, edebiyat kurallarına kesin olarak bağlı kalmayı öngörüyordu) arasındaki çekişme, sonunda, 1660'ta klasiszmin zaferiyle sonuçlandı. Bu anlayışın kuralları, Fransa'da edebiyat eleştirisinin kurucusu Nicolas Boileau tarafından, Art Poetique (Şiir Sanatı, 1674) adlı yapıtında ortaya kondu: Sağduyu, ölçü ve uyum, edebiyatın temel öğeleridir.
Bu dönemde Fransa'da iki büyük tiyatro yazarı yetişti. Pierre Corneille, baş yapıtı olan LeCid (1637) adlı trajedisinde, kahramanının aile onuru ve görev ile aşk arasındaki bocalamasını dile getirdi. 30'dan çok yapıt veren (çoğu 1634'ten sonra) Corneille, Aristoteles'in, trajedide zaman, mekân ve olay birliği (üç birlik kuramı) anlayışına bağlıydı. Onunla halkın ve eleştirmenlerin beğenisini kazanma bakımından boy ölçüşebilen tek yazar olan Jean Racine, Andromaque (Andromakhe), Phedre (Phaidra), vb. yapıtlarında, yalın anlatımıyla, daha gerçekçi kahramanlarıyla ve olay örgüsünü, "düğüm"ü oluşturmaktaki ustalığıyla, tutkuların yırtıcı dünyası ile zarif bir şiir anlayışını bağdaştırmayı başardı. Komedi alanındaysa Moliere, fars (kabagüldürü) yoluyla, toplumsal, ruhbilimsel ve fizikötesi sorunları sivri bir biçimde inceleyerek, günümüzde yazılmışçasına taze, iğneleyici bir dizi yapıt ortaya koydu: Tartuffe (1664), Adamcıl (Le Misaptrophe, 1666), vb.
XVII. yy'ın ilk yarısında, Fransız romanı, uzun, dağınık ve sayısız serüvenleri içeren yapısıyla (sözgelimi L'astree, 1607) niteleniyordu. Princesse de Cleves(Kleve Prensesi, 1678) adlı yapıtında Madame de La Fayette, evlilik yaşamının getirdiği ahlâksal sorunları ruhsal açıdan derinlemesine çözümleyerek, Fransa'da sonradan daha da gelişecek olan "kişilik romanı"nın ilk kusursuz örneğini ortaya koydu.
İkincil edebiyat biçimlerinde, Madame de Sevigne, mektup türünü doruğa çıkarırken, Rochefoucauld dükü, Maximes’inde (Özdeyişler, 1665) nükteli bir dille, insanoğlunun bencilliğinin çözümlemesini yaptı. Jean de la Bruyere'se, Karakterler'inde (Les Caracteres, 1688) toplumsa! koşulları ve insan tiplerini derinlemesine incelemeye çalışarak, XVIII. yy'ın özgürlükçü, bilimci eğilimlerinin öncüsü oldu. Şair Jean de La Fontaine birer "ahlâk dersi" ile yalın bir üslubun bileşkesi olan Masallar'ıyla(Fables, 1668,1678,1694) ün saldı. Tarihsel olayların içinde yaşamış Duc de Saint-Simon, La Rochefoucauld ve Retz kardinaliyse, anı yazarlığına yeni bir güç ve incelik kazandırdılar.
XVIII. yy. "Aydınlanma düşüncesi" üstünde büyük etkisi olan Metot Üzerine Konuşma (Discours de La Methode, 1637), yazarı Rene Descartes'a ilk çağdaş filozof özelliği kazandırmakla kalmayıp, açıklığı, kesinliği, akılcılığıyla, Fransız düşüncesinin ve edebiyatının temelini oluşturdu. Düzyazısındaki kusursuzluk kadar, düşüncesinin özgünlüğüyle büyük beğeni toplayan bir başka filozof da Blaise Pascal oldu. Lettres Proviniciales'ında (Taşra Mektupları, 1656-57), akıl ve zekâ ile sadeliğin bileşiminin olağanüstü etkililiğini ortaya koyarken, Pensees (Düşünceler, 1670) adlı yapıtında, okuru aklın, tutkunun ve insanlık durumunun çözümlenmesi yoluyla Tanrı'ya ulaşmaya yöneltti. Rahip Jacques Bossuet vaazları, ağıtları, kalem tartışmalarıyla, XVI. yy'da dinde koyu sofuluğun, dogmadan ayrılmama tutumunun temsilciliğini yaptı. François Fenelon'sa, klasisizmin özellikleri ile XVIII. yy'ın eleştirel zekasını, öğretici romanı Telemaque'ta (1699) bağdaştırdı.
AYDINLAMA DÖNEMİ
Bir uyum ve denge öğesi gibi algılanan "akıl" ve "sağduyu"nun Fransız "altın çağı"na damgasını vurması gibi, XVIII. yy'ın temel özelliği de bilimsel düşünce anlayışıdır. Bu yüzyılda Fransız monarşisi yetkilerini ağır ağır yitirirken, bütün toplumsal ve siyasal kurumlar sorgulanmaya başlandı ve sonunda saldırılara hedef oldu. Hükümdarın gücünü temellendiren ve gelenekçiliği temsil eden birer kale olan düşünceler, filozoflar tarafından bir bir ele alınarak incelendi ve eleştirildi.
Önceleri bir protestan metafizikçisiyken, sonradan, dinsel hoşgörüyü savunan özgür düşünce yanlısı bir felsefeci kimliğine bürünen Pierre Bayie, Dictionnaire hitorique et critique (Tarihsel ve Eleştirel Sözlük,1697; yeniden gözde geçirilmiş basımı 1704-1706) adlı yapıtıyla "aydınlanma çağı"nı başlattı. Sonradan Voltaire'in ilgi çekici, alaycı Felsefe Sözlüğün'de (Le Dictionnaire Philosophique, 1764) başarıyla kullanacağı, dinsel ve toplumsal eleştiride saldırgan tutumun ilk adımını attı. Voltaire, klasik yapıda trajediler, tarih yapıdan, Tanrı inancını yücelten şiirler, epigram adı verilen küçük yergi şiirleri de yazmış olmakla birlikte, asıl ününü, Zadig (1747) ve Candide (1759) gibi felsefi öyküleriyle yapmış, Lettres Anglaises'de (İngiltere Üstüne Mektuplar 1733) İngiltere ve Fransa'nın kurumlarını karşılaştırmış (İngiltere'nin Fransa'dan üstünlüğünü kanıtlar Essai sur les Moeurs et l'Espritdes Nations'da (Ulusların Adet ve Düşünceleri Üstüne Deneme, 1769), ülkelerin ulusal niteliklerinin, antropolojik temelli, karşılaştığa bir tarihini ortaya koymuştur. Yapıtları genel olarak, hoşgörü yokluğuna, adaletsizliğe ve karanlıkçılığa karşı verilen uzun bir savaşımın yapı taşlandır. Montesquieu de, farklı yönetim türlerinin derinlemesine bir incelemesi olan başyapıtı Kanunların Ruhu Üzerine'de (Esprit des Lois, 1748), karşılaştırmalı çözümleme yöntemini benimseyip, güçlerin ayrılığı öğretisine açıklık getirmiştir. İngiliz siyasal kurumlarına Fransız hayranlığını vurgulayan yapıt, ABD Anayasası'nın da temelini oluşturmuştur. Ama, önyargıya ve geleneksel otorite anlayışına karşı geliştirilmiş en etkili silah, 1751-1780 arasında 35 cilt olarak yayınlanan ve yüzyılın maddeci, kuşkucu, din karşıtı düşüncelerinin büyük bir bölümünü içeren Encylopedie'dir (Ansiklopedi). Denis Diderot'nun yönetiminde hazırlanan bu ortak yapıta, Jean d'Alembert, Baron d'Holbach. Etienne de Condillac, Anne Robert, Jacques Turgot Montesquieu, Voltaire, Rousseau gibi, dönemin en parlak düşünce adamları katkıda bulunmuşlardır.
Siyasal ve toplumsal düşünceleri, XVIII. yy'da olduğu kadar, XIX. ve XX. yy'larda da yaygın ilgi görecek olan Jean Jacques Rousseau. Toplum Sözleşmesi (Du Contrat Social,1762) adlı yapıtlarında halkın egemenliği ilkesini savunurken, EmiJe'de (1762), modern ilerici eğitim denemelerinin temelibi atmıştır. Dönemin temel düşünce sorunlarının tartışıldığı La Nouvelle Heloise (Yeni Heloise) adlı romanıysa, "doğaya dönüş" ve devlet yönetiminde doğal ahlâkın üstünlüğü savlarıyla, romantizmin öncüsü olmuştur. İtiraflar (Confessions 1781, 1788! ve Yakıugezerin Hayalleri (Reveries du Promeneur Solitaire, 1782) adlı yapıtlarındaysa, kendi kişiliğini sergilemiş gibi yaparak, halka romantizme özgü tatlar vermeye çalışmıştır.
Roman ve tiyatrodaki gelişme, yeni bir duygu patlamasına neden olurken, Alain Rene Lesage'ın, toplum dışı insanlar üstüne bir "romans" niteliğindeki Gil Blas (1715, 1724, 1735) oyunu, "duygusal eğitim"i işleyen rananlardaîâni badattı. Manon Lescaut'da (1731) Abbe Prevost, tutkunun her türlğ engeli aştıktan sonra ancak ölüme yenik düşüşünün öyküsünü anlatırken, Tehlikeli İlişkiler'de (les Liaisons Damgereuses, 1782) Pierre Choderlos de Laclos (1741-1803), ahlâk kurallarını hiçe sayan bir baştançıkarıcının sapık ruhunun çözümlemesini yaptı. Pierre de Marivaux, yaşam dolu oyunlarında aşk ve flörtü bütün incelikleriyle inceledi. Yüzyılın sonuna doğru Beaumarchais, Sevil Berberi (Le Barbier de Seville, 1775) ve Figaro’nun Düğünü (Le Mariage de Figaro), 1784) gibi ince siyasal mesajlar taşıyan oyunlarıyla tiyatroya ağırlığını koydu.
XVIII. yy. şiiri, akılcı çözümlemelerin gerisinde kalmış da olsa, bu yüzyılda hiç değilse bir tek büyük şair yetişti: Klasik Yunan örneklerinden esinlerin yanı sıra, özgürlük aşkını da yansıtan Andre Chenier'nin şiiri, şairin Terör Dönemi'nde giyotinde başının kesilmesinin de etkisiyle, romantizm öncesi akımı büyük ölçüde etkiledi.
XIX.yüzyıl
XVIII. yy'da örtülü bir biçimde gelişen romantizm eğilimleri, 1830'da. Fransız edebiyatının bütün alanlarını (şiiri, tiyatroyu, romanı, tarihsel yapıtları ve eleştiriyi) etkileyen, gelişip serpilen, baskın edebiyat akımına dönüştü. Şiirdeki atılımın tam doruğa ulaştığı sırada, Fransız Devrimi'nin, Napolyon Savaşları'nın, daha sonra da kapitalizmin gelişmesi ve sanayi devriminin gerçekleşmesiyle ortaya çıkan büyük toplumsal dönüşümü belgelemeye en uygun edebiyat türü olan roman, çok geçmeden, en yaygın edebiyat türü haline de geldi. Gericiler ile özgürlükçüler, kilise ile kilise karşıtları, burjuvazi ile proletarya arasında yüzyıl boyunca süren savaşımlar, dönemin üretken edebiyat devleri Hugo, Balzac, Michelet ve Zota'ya olağanüstü bir konu zenginliği kazandırdı.
Soylu bir aileden gelen Chateaubriand Vikontu'nun saldırganca diye nitelendirilen bir katoliklik savunusu olan Le Genie du christianisme'i (Hıristiyanlığın dehası, 1802) ve Amerika Kızılderileri arasında geçen iki romanı, yüzyılın kapılarını açtı. 1811-1841 arasında, romantizme uygun bir anlayışla kaleme aldığı Mezarötesinden Anılar'ı (Memoires d'Outretomb), Fransız özyaşamöyküsü yazarlığının klasik başyapıtı oldu. Özellikle edebiyat eleştirileriyle ün kazanan Madame de Stael, De l'Allemagne (Almanya Üstüne, 1813) adlı yapıtıyla, Fransa'ya Alman romantizmini tanıttı. Stael'in büyük ölçüde etkisinde kalan Benjamin Constant, Adolphe (1816) adlı romanında genç bir erkek ile yaşlı bir kadının gün getikçe tükenen aşklarını anlatırken, Stael'le fırtınalı gönül ilişkisini de yansıttı.
Şiirde Alphonse de Lamartine, Meditations Poetiques (Şairce Düşünceler, 1820) adlı yapıtıyla Fransız şiirini lirik köklerine geri döndürürdü ve Fransız romantizminin büyük şairlerinin ön sırasında yeraldı. Başlıca yapıtı Poemes Antiques et Modernes (Eskiçağ ve Yeniçağ Şiirleri, 1826) olan Alfred de Musset'yse, zekice ve duygulu, Byron tarzı şiirleriyle olduğu kadar, hem romantik romancılardan, hem de ilk feministlerden olan George Sand'la yaşadığı aşkla da ün saldı. Romantizmin dev sanatçısı Victor Hugo'ysa, akımının kurallarının koyucusu ve başlıca temsilcisi oldu.
Romantizmden ilk kopuşu, "sanat sanat içindir" anlayışının eski tutkunu Teophile Gautier gerçekleştirdi ve biçimde kusursuzluk, nesnellik yanlısı, romantiklerin bireysel taşkınlıklarının karşıtı bir şairler topluluğu olan Parnasse okulunun öncüsü oldu. Başlıca temsilciliğini 1860'ta Charles Marie Leconte de Lisle'in yaptığı parnasseçıların sanatsal ülküsünü, en iyi biçimde Jose Marie de Heredia, Les Trophees (Ganimetler, 1893) adlı soneler derlemesinde yansıttı.
Parnasseçıların etkilerini taşıyan, ama yaşamın kötülüklerinden, çirkinliklerinden de bir güzellik yaratılabileceğine inanan Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du Mal, 1857) adlı kitabıyla şiire yeni bir ses (saplantılarla yüklü, hastalıklı, şairi insanların lanetlediği bir varlık gibi tanıtan bir ses) getirdi ve sonraki bütün Fransız şairlerini derinlemesine etkiledi. Arthur Rimbaud, Une Saison en Enfer (Cehennemde bir Mevsim, 1873) ve Illuminations (1886) adlı yapıtlarında, şiirle düzyazıyı birleştirerek, yeni bir ritm arayışına girerek, ilk bakışta ilişkisiz gibi gelen sözcükleri yan yana kullanarak özgün denemelere girişip, bir başkaldırı şiirine ulaşmaya çalıştı. Rimbaud'nun yaşlı arkadaşı ve âşığı Paul Verlaine'se, Fransız şiirine, özellikle, Jadis et Naquere şiir dizisinde yansıttığı, daha önce hiç kimsenin erişemediği bir müzik, bir melodi getirdi. Daha sonra Debussy'nin bir yapıtına konu oluşturacak ünlü L'apres-midi d'un Faune (Bir Kır Tanrısının Öğleden Sonrası, 1876) şiirini yazan Stephane Mallarme'yse, 1880-1890 yıllarındaki çağdaşlarını olduğu kadar, günümüz şairlerini de etkileyen simgeci şairlerin öncüsü olarak, şiiri daha soyut ve bulanık patikalara sürükledi.
1830 - 1880 arasındaki 50 yıl, bir dizi yenilikçi yazarın biçimlendirmesiyle, romana yepyeni boyutlar getirdi. Kadın yazar George Sand, romantizmi en bireyci biçimiyle Lelia'da (1833) dile getirirken, tutkunun, uzlaşımcılık üstünde ahlâksal üstünlüğünü sergiledi; La Petite Fadette (Küçük Fadette, 1849) ve François le Champi (1847) adlı romanlarıyla bu anlayışı daha da ileri götürdü. Tutkunun insan yaşamındaki itici gücünü dile getiren Stendhal, iki dev romanı Kızıl ve Kara (Le Rouge et Ie Noir 1830) ve Parma Manastırı'nda (La Chartreusede Parme, 1839), bu ana temaya XX. yy'da psikolojik romanının öncüsü olan ruhbilimsel çözümlemeyi kattı. Paris'teki Ortaçağ yaşamını yansıtan Nötre Dame'ın Kamburu (Nötre Dame de Paris, 1831) adlı romanıyla Victor Hugo, XVI., XVII. ve XVIII. yy'lar Fransası'nın canalıcı anlarını aktardığı bir dizi serüven romanıyla Alexandre Dumas Pere, XIX. yy'ın tarihsel romanına damgalarını vurdular. Hugo, son yapıtı Sefiller'de (Les Miserables, 1862), toplumun ayaktakımı arasından gelen bir kürek mahkûmunun günahlarından aranışını anlatırken, toplumsal sorunları büyük bir başarıyla yansıttı.
Bütün bu parlak yazarlara karşın, XIX. yy. Fransız romanının dev romancısı, Honore de Balzac'tır. Bütün toplumsal sınıflardan 2 000 roman kişisinin yeraldığı anıtsal yapıtı La Comedie Humaine'de (İnsanlık Komedyası, 1842-48) Balzac, 40 yıla yayılan bir süreç içinde akıp giden Fransız toplumunu yansıtmıştır. Gerçekçi ayrıntılara girmekteki dehasının yanı sıra, insan dayanışlarının temelindeki gücün para olduğuna ilişkin inancıyla Balzac, yüzyılın ikinci yarısında doğan gerçekçilik akımına sıkı sıkıya bağlanır.
Gerçekçiliğin en kusursuz örneğini Gustave Flaubert, Madame Bovary adlı romanıyla ortaya koymuştur. Bir kasaba hekiminin eşi olan Madame Bovary'nin eşini aldatışını ve trajik sonunu anlatan roman, üslup kusursuzluğu ve şaşmaz gözlemciliğiyle, unutulmaz yapıtlar arasındaki yerini almıştır. Flaubert'in yolunu izleyen Guy de Maupassant, La Maison Teiller (Madam Tellier'nin Evi, 1881) ve Mademoiselle Fifi'de (1882) topladığı gerçekçi, çoğunlukla alaycı öyküleriyle, başka bir kusursuzluk örneği ortaya koymuştur. Çağının gerçekçilik düşüncesinden etkilenen Emile Zola'ysa romanı, gerçeğin daha bilimsel bir yansıması hafine getirmek istemiş, İkinci İmparatorluk dönemindeki, toplum yaşamından kesitler veren Les Rougon-Macquart'la (1871-93), gerçeğin en çirkin, en iç karartıcı yanlarını vurgulayarak, doğalcılığın Avrupa ölçeğinde yayılmasına büyük katkıda bulunmuştur.
XIX.yy'da, tarihçilik ve eleştiri de olgunlaşmıştır. On yedi ciltlik Historie de France'ta (Fransa Tarihi, 1833-43, 1855-67), Fransa'nın geçmişini bütün canlılığıyla gözler önüne seren Jules Michelet, romantizmin anlatı geleneğini de en iyi biçimde yansıtmıştır. La Democratie en Amerique (Amerika'da Demokrasi, 1835, 1840) adlı yapıtıyla Alexis de Tocqueville, ABD siyasetinin ve ABD'nin ulusal kimliğinin, günümüzde de büyük ölçüde gerçekliliğini koruyan bir çözümlemesini yapmayı başarmıştır. Charles Augustin Sainte-Beuve'se, Port-Royal (1840-59) adlı zekice incelemesiyle ve Fransız edebiyatçıları üstüne derinlemesine çözümlemeleriyle, edebiyat eleştirisine günümüzde de geçerliliğini koruyan temelleri kazandırmıştır. Histoire de I'Origine du Christianisme (Hıristiyanlığın Kökeninin Tarihi, 7 cilt, 1863-83) adlı yapıtında, bir Yahudi bilim adamı olarak İbrani kültürünü ve dilci birikimini dine uygulayan Ernest Renan'sa, Fransa'ya çağdaş eleştiri yöntemlerini kazandıran bilim adamıdır. Renan'la aynı dönemde yaşayan Hippolyte Taine, bilimsel ve kültürel olgulara bilimsel bir açıklama getirmeye çalışarak, fiziksel ve ruhsal elementlerin karşılıklı etkileşmesinin, ulusal ve bireysel dönüşümler üstündeki etkilerini araştırmıştır. Zola'nın doğalcı romanları, bir bakıma Renan'ın varsayımlarının edebiyata uygulanmasıdır.
Başlangıçta Hugo'nun romantik dramlarının egemen olduğu Fransız tiyatrosunda, Hugo'nun Hernani (1830) adlı yapıtı ve Dumas Pere'in yapıtları, Fransız tiyatro yazarlarının geçmişin geleneklerinden sıyrılmasına yol açmış, bu iki yazarın başarısını Eugene Scribe Pieces Bien Faites'iyle (İyi Kurulmuş Oyunlar),Victorien Sardou ve Alexandre Dumas Fils de toplumsal tezleri savunan oyunlarıyla sürdürmüşlerdir.
XX. YÜZYIL
XX.yy. Fransa'da, edebiyat ürünlerindeki olağanüstü artışla ve yeni anlatım biçimlerinin her zamankinden daha çok denenmesiyle nitelenir. Gerek marksçılık, gerek freudculuk bütün sanatlara olduğu gibi, edebiyata da derinlemesine damgasını vurmuştur. Art arda iki dünya savaşı ve teknoloji devrimi, o dönemde yaşayan kuşaklan bütünüyle farklı bir yeni dünyayla karşı karşıya getirirken, Fransız edebiyatı ciddi bir sınavdan geçmiş, böylesine derin bir toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşüm ahlâk, akıl ve sanatla ilgili bütün değerlerin de yeniden sorgulanmasına yol açmıştır.
Şiirde simgecilik, yeni akımları engellemeden, bir esin kaynağı olmayı sürdürmüş, tiyatro yazarlığı kadar şairliğiyle de öne çıkan Paul Claudel, başyapıtı Cinq Grandes Odes'la (Beş Büyük Od, 1904-10), şiire katolik, gizemli bir hava getirmiştir. Paul Valery, düşünce ağırlığı ile müzikal bir ses ve zengin bir düş gücünü bağdaştıran şiirleriyle ün kazanmıştır. Şiire bir çağdaşlık katmayı amaç alan Guiliaume Apollinaire'in şiirleri, sürprizlerle doludur. Her ne kadar "gerçeküstücü" nitelendirmesini üstüne almamış da olsa, Les Mamelles de Tiresias'la (Tiresias'in Memeleri, 1918) ilk gerçeküstücü oyunun yazan da Apollinaire'dir. Andre Breton'un önderliğindeki gerçeküstücülük adı verilen kuramsal akım, şiirin derinlerdeki kaynağı olarak kabul ettiği bilinçaltına inmeyi, şiirde ve görsel sanatlarda tam bir devrim gerçekleştirmeyi amaç almıştır. Gerçeküstücülerin yanında yer alıp, 1930'dan sonra marksçılığı benimseyen şair ve romancı Louis Aragon da, şiirsel imgelere yeni bir kan getirmiştir.
Roman, özellikle yüzyılın ilk yansında ağır basmış, Anatole France, alegorili romanı L’île des Pingouins (Penguenler Adası, 1908) aracılığıyla, siyasal yergi geleneğini sürdürmüştür. 10 ciltlik Jean-Christophe’uyla (1904-12) Romain Rolland ve geniş Hacimli Les Hommes de Bon Volonte'siyle (İyi Niyetli İnsanlar, 27 cilt, 1932-47) Jules Romains, ırmak-roman türünün başlıca temsilcileri olmuşlardır. Töretanımaza (L'İmmoralis-te, 1902) başlayıp Kalpazanlar'la (Les Faux-Monnayeurs, 1926) süren romancılığıyla Andre Gide, savaş dönemi insanının, geleneksel ahlâk anlayışı ile bireysel tavır arasındaki kararsızlığını yansıtmıştır. Ama XX. yy'ın en büyük Fransız romancısı,edebiyata olağanüstü katkısı açısından ancak James Joyce'la karşılaştırılabilecek olan Marcel Proust'tur. Çok boyutlu romanı A La Recherche du Temps Perdu'de (Geçmiş Zaman Peşinde, 1913-27) Proust, kendisi için ussal bir gerçek olan yitirilen, geçmişte kalan zamanı, geçmişte yaşanan duyguları, iç ve dış boyutlarıyla ve bir iç monolog yoluyla yakalamaya çalışmıştır.
Daha dar bir çerçeve içinde çalışan Colette, kadın-erkek ilişkilerinin karmaşıklığını zeki bir gözle çözümlerken, François Mauriac, katolik esinli bir dizi romanında, ruh ile akıl arasındaki ilksiz ve sonsuz çatışmayı dile getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı'ndan önceki on yılın iki özgün romancısıysa, Voyage au Bout de la Muit (Gecenin Sonuna Yolculuk, 1932) ve Mort a Credit (Taksitle Ölüm, 1936) adlı romanlarıyla gelişen faşizmin sözcülüğünü yapan Louis Ferdinand Celine ve La Condition Humaine (İnsanlık Durumu, 1933) ve L'Espoir'la (Umut, 1937) köktenci siyasal bağlanmayı temsil eden, serüven adamı, yazar Andre Malraux'dur.
Savaş sonrası Fransa'sına egemen olan akım, hem romanda, hem de tiyatroda kendini gösteren varoluşçuluk felsefesidir. Akımın öncülüğünü yapan Jean Paul Sartre, felsefesini (bu felsefe, insanın kendi değerlerini seçme ve oluşturma özgürlüğü olarak özetlenebilir) öncelikle, La Nausee (Bulantı, 1938) adlı romanında, Huis-Clos(Gizli oturum, 1944) adlı tiyatro oyununda ve İkinci Dünya Savaşı'nı ele aldığı bir roman üçlemesinde somutlaştırmıştır. Sartre'ın işlediği temaları, özellikle yaşamın saçmalığının ve anlamsızlığının vurgulandığı Yabancı'nın (L'Etranger, 1942) ve Veba'nın (La Peşte,1947) yazarı Albert Camus gibi romancılar da başarıyla işlemişlerdir. Sartre'ın öğrencisi ve eşi Simone de Beauvoir, romanlarında varoluşçuluk sorunlarını ele almakla birlikte, daha çok, kadının toplumdaki konumunu ele aldığı geniş boyutlu incelemesiyle Le Deuxieme Sexe (Kadın Nedir, 1949) ve anılarıyla ün salmıştır.
1950 yıllarından sonra Fransa'da edebiyata, Natha-lie Sarraute, Michel Butor ve Alain Robbe-Grillet'nin temsil ettikleri yeni roman ya da karşı roman akımı egemen olmuştur. Bu yazarlar edebiyatta belli bir ortak öğretiyi benimsemeseler de, tümü geleneksel roman anlayışının kurgusunun ve olay örgüsünün tekdüzeliğine karşı çıkmışlardır. Yapıtları, yapısalcılığı benimseyenlerin getirdikleri yeni kavramlarla birleşerek, edebiyat anlatısı, çözümlemesi ve eleştirisine (sözgelimi Roland Barthes'ın ve Jacques Derrida'nın yapıtları) damgasını vurmuştur.
Bu yazarlara, dilin geleneksel yapısını kırmaya çalışan yapıtlarıyla Raymond Queneau, kişisel, özgün anlatı denemeleriyle Marquerite Duras ve Georges Bataille da katılmışlardır. 1970-1980 yıllarının en iyi temsilcileri, Michel Tournier ve Georges Perec'tir. Marguerite Yourcenar ve Julien Green'se, bütün bu deneysel çalkantı içinde alabildiğine klasik kalmayı başarmışlardır.
1970 yıllarından sonra eleştiri, özellikle psikanaliz, biçimcilik ve dil incelemelerinin, bunun yanı sıra da toplumbilimin ve siyasal tartışmaların katkılarıyla alabildiğine verimli bir dönem yaşamış, ünlü edebiyat ve eleştiri dergileri, Tel Quel ve Change bünyesinde biraraya gelen, olağanüstü seçmeci ve değişken bir aydınlar topluluğu, çağdaş Avrupa kültürünü derinlemesine etkilemiş, edebiyatta olduğu gibi ruhbilimde de yeni ufuklar açmıştır. Jacques Lacan, Gaston Bachelard, Roland Barthes, Julia Kristeva, Tzvetan Todorov, J. P. Ric-hard, Jean Baudrillard, Jean Strabobinski, Gerard Genette, Gilles Deleuze, J. P. Aron bu yeni kuşak aydınlarının başlıcalarıdır. Bir sessizlik döneminin ardından, 1980 yıllarının sonunda, bazı aydınlar (yaşça en genç olanları, Andre Glucksmann ve Bernard-Henry Levy'dir), kaçınılmaz bir biçimde, ülkeye ilişkin siyasal ve toplumsal tartışmalara yönelmişlerdir. Bu alanda, Fransız diliyle yazan yabancı kökenli edebiyatçılar da yer almışlardır: Afrika kökenli Tahar Ben Jelloun, Fransız uyruğuna geçmiş Hector Bianciotti, vb.
Edmond Rostand'ın gösterişli Cyrano de Bergerac (1897) oyunu günlerinden beri Fransa'nın edebiyatta yaşadığı en büyük devrim, öbür türlere oranla en çok Fransız tiyatrosunda gerçekleştirilmiştir. Jean Giraudo-ux'nun şiirsel oyunları, özellikle de tatlı sert, buruk Deli Saraylı'sı (La Folle de Chaillot, 1945) ile Jean Anou-ilh'un biraz karamsar, biraz ateşli yapıtları, savaş sonrası seyircisini çekmeyi başarmışlardır. Ancak, Eugene İonesco Kel Şarkıcı (La Cantatrice Chauve, 1950) adlı oyunuyla, "saçma (absürd) tiyatro" diye nitelendirilen yepyeni bir tiyatro anlayışı getirerek, geçmişle bağları kökten koparmıştır. Bu anlayışın gücünü ve sınırlarını en iyi örnekleyense, Godot'yu Beklerken (En Attendant Godot, 1953) ve Oyunun Sonu (Fin de Partie, 1957) adlı oyunlarıyla Samuel Beckett'tir. Her iki oyunda da, kişiler ve diyalog sanki ürkütücü bir boşluğu dağıtmaya çalışır. Jean Genet de Le Balcon (Balkon, 1956) ve Les Noirs (Karalar, 1958) gibi oyunlarıyla bir yıkılış düşüncesi getirmeyi amaç almış, ama bunu daha çarpıcı, daha törensi bir yolla gerçekleştirmiştir. Bütün şaşırtıcılık ve içkarartıcılıklarına karşın bu oyunlar, kuşkusuz, çağın yaşamının karanlıklarına doğrultulmuş birer projektör gibidir. Her şeyin ötesinde de, Fransız edebiyatının olağanüstü özgünlüğüne ve diriliğine tanıklık eder, oynadığı gıpta edilecek öncü rolü kanıtlarlar.