İdealizm
İdealizm, bir felsefe öğretisi olarak nesneleri ve olayları düşünceye öncelik vererek açıklar. Başka türlü söylersek, bir yanıyla Maddecilik, bir yanıyla da Gerçekçilik öğretilerinin karşıtı olarak İdealizm insan düşüncesinden bağımsız bir nesneler dünyasının ya da gerçekliğin olmadığını ileri sürer. Felsefe tarihinde, felsefesi İdealizm olarak nitelenen birçok büyük filozof vardır. Ama bu filozofların görüşleri arasında önemli farklar bulunur. İlk büyük idealist filozof Platon’dur. Ona göre, nesneler dünyası idea’larla, yani düşüncelerle ve kavramlarla zihinsel olarak algılanır. Platon felsefesi bir yönüyle gerçekçi, bir yönüyle de idealisttir. Gerçek bir dünyanın var olduğu savıyla gerçekçi; ama bu dünyanın duyularla değil, düşünceyle anlaşılabileceği savıyla da idealisttir.
Çağdaş felsefenin kurucularından biri olarak kabul edilen Fransız Rene Descartes tüm felsefesini “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesine dayandırdığı için idealisttir. Descartes, her türlü önyargıdan kurtulmak için her şeyden kuşku duymakla işe başlar. Sonunda, kuşku duyulamayacak tek şeyin kendi kuşkusu ya da düşüncesi olduğu yargısına varır. Descartes daha sonra, kendi zihninde bulduğu “yetkinlik” kavramını kendisine ancak yetkin bir varlığın, yani Tanrı’nın verebileceğini kabul eder. Tanrı nesneler dünyasının gerçek olduğuna inanmamızı istediğine göre, duyularımızla algıladığımız dünya da gerçektir. Böylece Descartes İdealizm’in en aşırısından yola çıkarak bir tür gerçekçiliğe varır.
Felsefe tarihinde, İdealizm en çarpıcı anlatımını İrlandalı filozof George Berkeley’in (1685-1735) İdealizm’inde bulur. Berkeley’e göre dış dünyadaki her şey, onun hakkındaki düşüncemizden ibarettir. Bu savını, “Var olmak, algılanmış olmaktır” diye dile getiren Berkeley, böylece dış dünyanın gerçekliğini köktenci bir tutumla yadsır ve John Locke’un deneyci felsefesinin karşısında yer alır. Berkeley her şeyi algıya indirgeyerek, yalnızca algılayan “ben”in var olduğu sonucuna varır. Ama Tanrıya inandığı için, “ben” den başka bir de Tanrı’nın varlığını kabul etmek zorunda kalır. Ona göre, nesnelere ilişkin bilgimizi de Tanrı yaratmıştır.
19. yüzyılda Alman sanat ve siyaset yaşamına egemen olan İdealizm’in kaynağı, Immanuel Kant’ın “aşkın” ya da “duyu ötesi” İdealizm’idir. Kant varlığı ikiye ayırır: Dış dünyadaki nesne ve olaylar ile hiçbir zaman bilemeyeceğimiz “duyu ötesi” varlıklar. Dış dünyaya ilişkin bilgimiz algıyla başlar. Ama bu algılar, zihnimizde doğuştan var olan kalıplar içinde işlenerek bilgiye dönüşür. Tanrı gibi duyularımızı aşan varlıkları ise, hiçbir zaman bilemeyiz.
Nesnelerin de onları bilen özne (yani insan bilinci) gibi zihinsel birer varlık olduklarını ileri süren Georg Friedrich Wilhelm Hegel’in felsefesi, Alman İdealizm’inin doruğunu temsil eder. Ona göre özne (bilen) ve nesne (bilinen), tek bir düşünsel ve tinsel tözün (geist) kendini dışa vurmasıyla oluşmuştur. Dolayısıyla gerçeğin kaynağına, duyular aracılığıyla değil, düşünerek ulaşılabilir.
Kant felsefesinden yola çıkarak değişik bir idealist öğreti geliştiren Johann Gottlieb Fichte (1762-1814), “ben” kavramını, felsefesinin merkezine yerleştirmiş, varlığı “ben” ve “ben olmayan” diye ikiye bölmüştür. “Ben” (yani bilinç), “ben olmayan” varlıkları, kendini örnek alarak biçimlendirir.
Ünlü Alman idealistlerinden biri de Friedrich Wilhelm Schelling’dir (1775-1854). Ona göre tüm evreni, bilinçten yoksun bir düşünme yetisi yaratmıştır. Bu düşünme yetisi, sürekli bir gelişim içindedir ve gelişim sürecinin en yüksek aşamasında insan vardır. 20. yüzyılda da yeni idealist görüşler ortaya atılmıştır.