Şiir Sanatı
Şiir Sanatı, dildeki anlam, ses ve ritim öğelerinden yararlanarak bir duygu, düşünce ya da olayı, yoğun ve sıra dışı anlatma sanatı olarak tanımlanabilir. İnsanoğlunun en eski ve kendine özgü anlatı türlerinden biri olması
nedeniyle, bugüne kadar şiirin pek çok tanımı yapılmış, ama hiçbirinin bu kavramı tam olarak açıklayamadığı görülmüştür. Bu tanımlardan en yaygını, şiiri düzyazının karşıtı olarak gösteren tanımdır. Bir başka deyişle, şiir düzyazıyla anlatılamayan duygu ve düşüncelerin ses uyumlanyla, kulağa hoş gelecek biçimde oluşturulan dizelerle anlatılmasıdır. Ama bu tanım manzumeyi de kapsar. Şiiri manzumeden ayıran özellik ise, manzumenin yüzeysel ve sıradan olmasına karşılık, şiirin yoğunluk ve derinlik taşımasıdır. Ölçü ve uyak, çağlar boyunca şiirin en ayıncı niteliği olarak kabul edilmiştir. Ne var ki, yalnızca ölçü ve uyakla şiir yaratılamayacağı gibi, özellikle 20. yüzyılda ölçü ve uyak kullanılmadan da çok başarılı şiirlerin yazıldığı görüldü. Bunun sonucunda düzyazının nerede bitip şiirin nerede başladığı önemli bir sorun olarak ortaya çıktı. Düzyazıda dil yalnızca bir bildiri iletmenin aracıdır; bildiri iletildikten sonra sözcüklerin önemi kalmaz. Şiirde ise vurgu, sözcüklerin aktardığı bildiri kadar, sözcüklerin üzerinde de yoğunlaşır. Yani şiirde neyin söylendiğinden çok, nasıl söylendiği önemlidir. Örneğin Ahmed Haşim’in,
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
dizesini, “Bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın” biçiminde söylediğimizde şiir özelliğinin kaybolduğunu görürüz. Şiirin bu özelliğinin sonucu olarak, şiir bir dilden bir başka dile tam olarak çevrilemez. Ama çevrildiği
dilde yeniden yaratılabilir. Bu da, aynı duyguları ve etkiyi sağlayacak yapı ve özellikleri başka bir dilde yeniden kurmakla olabilir. Burada ortaya çıkan ise artık başka bir şiirdir. Şiirde teşbih (benzetme) ve istiare (eğretileme) gibi söz sanatlarına sıkça ve bilinçli olarak başvurulması, ritim özelliklerinin yanı sıra, şiir dilini günlük konuşma dili ve düzyazıdan ayıran bir başka özelliktir. Örneğin Nâzım Hikmet’in
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine
dizelerinde insan bir ağaca, insan topluluğu ise bir ormana benzetilerek insanların bir ağaç kadar özgür, ama aynı zamanda öbür insanlarla da kardeşçe yaşayabilmesi özlemi dile getirilmektedir. Şiirin ne olduğunu tam olarak anlayabilmek için yapılması gereken en iyi şey, çeşitli türlerde çok sayıda iyi şiir okuyup bunların üzerinde düşünmektir. Böylelikle şiirin ne olup olmadığı, sözcüklerin nasıl seçildiği, nasıl sıralandığı, teşbih ve istiarelerin nasıl kullanıldığı gibi konularda daha çok bilgi edinilebilir.
Şiirin Gelişimi
Şiirin geçmişi, ilkel toplumlann düzenledikleri törenlerde dans ve müzik eşliğinde çıkarılan ritmik seslere kadar uzanır. Yazının bulunuşundan çok önceki çağlarda da müzik eşliğinde şiir söylendiğini biliyoruz. Bu dönemden günümüze ulaşan ürünler arasında Dünya’nın, Güneş’in, Ay’ın, insanın yaratılışıyla ilgili efsaneler; doğa güçlerini, totemleri, kişileri öven kutsamalar; çeşitli yakanlar, büyüler ve destanlar sayılabilir. Günümüze kadar ulaşabilmiş en eski destan İÖ 2000’de Sümer dilinde yazılmış, büyük olasılıkla İÖ 3000’de Mezopotamya’da yaşamış, ölümsüzlüğün peşindeki Gılgamış adlı bir kralın öyküsünü anlatan Gılgamış Destanındır. Türk edebiyatında bilinen en eski destan, Türkler’in yaratılışını konu alan Yaratılış destanıdır. Eski Yunan’da “Klasik” olarak nitelenen dönemin şiir anlayışı günümüze kadar önemini korumuştur.
Ozan Homeros’un İÖ 9. ya da 8. yüzyıllarda yazdığı sanılan Ilyada ve Odysseia destanları, bütün insanlık tarihinin en büyük yapıtları arasındadır. İÖ 7. ve 6. yüzyıllarda bugünkü Midilli (Lesbos) Adası’nda yaşayan Sappho da, bilinen ilk kadın şair olmasının yanı sıra, güçlü lirik şiirleriyle de günümüze kadar önemini koruyabilmiştir. Klasik Dönem Yunan şiirinin bir özelliği de bu dönemde yazılan güçlü yapıtlann yanı sıra, şiir üzerine kuramsal yaklaşımların da getirilmiş olmasıdır. Bu dönem düşünürlerinden Platon’a göre “şair
kanatlı ve kutsal bir yaratıktır. Esin gelmeden, kendinden geçmeden ve akimın sesini kısmadan yaratamaz.” Aristo’ya göre ise şiir taklit sanatlarının bir dalıdır. Kaynağı, insanoğlunun gördüğü ve yaşadığı şeyleri taklitten
hoşlanmasına yol açan içgüdüsüdür. Aristo’nun bu tanımının o dönemdeki şiiri büyük ölçüde etkilediğini söyleyebiliriz. İÖ 2. yüzyıldan başlayarak Akdeniz havzasının Roma egemenliğine girmesiyle şiirde de egemen dil Latince olmuş ve bu dilde pek çok önemli yapıt yaratılmıştır. Ortaçağda ise şiir büyük ölçüde kutsal metinlere yöneldi. Gerek batı, gerek doğu edebiyatlarında bazı dinsel metinler doğrudan şiir biçiminde, bazı şiirler de dinsel metinlerden esinlenilerek yazıldı. Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’sı (La divina commedia;
1310-21) bu dönemde yazılmış evrensel ürünlerden biridir. 11.-12. yüzyıllarda yaşayan İranlı şair Ömer Hayyam ise aşk, şarap, dünya, yaşama sevinci ve insan sevgisini konu alan rubaileriyle günümüze kadar önemini yitirmedi. Türk edebiyatında, İslam dininin benimsenmesiyle dilde ve toplumsal yaşamda oluşan farklılıklar sonucu edebiyat Divan edebiyatı ve halk edebiyatı olmak üzere birbirinden farklı iki ana yöne ayrıldı. Özellikle yönetim çevrelerinde Arap ve İran edebiyatlarının etkisiyle oluşan Divan edebiyatı 20. yüzyılın başlarına kadar sürdü. Halkın geleneksel dili ve beğenisi ile oluşturulan sözlü edebiyat ürünleri de günümüze kadar varlıklarını sürdürmeyi başardılar.
Avrupa’da, Rönesans’la birlikte ilgi yeniden Klasik Dönem yapıtlarına yöneldi. Bunlardan yeni bir şiirin doğuşu için yararlanıldı. Rönesans döneminin şiirdeki en büyük adı İngiliz şair William Shakespeare’dir. Sonelerinin yanı sıra şiir biçiminde yazdığı oyunlarıyla hem şiirin, hem de tiyatronun en büyük adlarından biri oldu. Almanya’da Goethe ve Schiller gibi büyük şairler de klasik anlayışta ürünler verdiler. 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Romantizm anlayışı sanatçıya yaratısında alabildiğine özgürlük tanıdı. Duygu ve duyumları önemsemek, insanın ruhsal dünyasına eğilmek, doğal güzelliklere hayranlık duymak başlıca özellikleriydi. Türkiye’de Tanzimat dönemi yazarları bu anlayışla ürün verdiler. Günümüz şiirinin ya da çağdaş şiirin oluşması ise 19. yüzyılın ortalarında Fransız şair Charles Baudelaire ve Sembolizm Akımı ile başladı. Bu akıma kaynaklık eden anlayışa göre dünya bir simgeler bütünüdür. Sanatçı gördüğü gerçeği doğrudan değil, simgelerle anlatır. Baudelaire’den sonra Stephane Mallarme, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud gibi büyük şairlerin yapıtlarına da yansıyan Sembolizm, 20. yüzyılın başlarındaki Gerçeküstücülük gibi akımlar tarafından da benimsendi. Türk şiirinde Sembolizm’in ilk temsilcisinin Ahmed Haşim olduğu kabul edilir. İlk sembolist estetik bildirisi de Haşim’in Piyale (1926) adlı kitabının önsözüdür.
20. yüzyılla birlikte tüm dünyada şiirin büyük bir çeşitlenme ve çoksesliliğe yöneldiği görüldü. Çeşitli ülkelerde birbiri ardınca oluşan yeni şiir akımları ve bunların birbirlerini etkilemelerinden doğan son derece özgün şiirler ve şairler ortaya çıktı. 20. yüzyıl bu bakımdan şiir sanatının zirvelerine ulaşılan bir yüzyıl olarak da anılabilir. Bu yüzyılda, geleneksel şiir biçimleri olan ölçülü, uyaklı biçimlerden neredeyse tümüyle uzaklaşılarak, her şairin kendine özgü ritim duygusu önem kazandı. Şiirin konuları son derece çeşitlendirildi, hayatta olan her şey şiirde de karşılığını buldu. Dünyada şiirin bu kadar gelişmesi Türk şiiri üzerinde de etkisini gösterdi. 19. yüzyıl sonlarında kendini gösteren şiirde yenileşme hareketi 1930’ların başında Nâzım Hikmet’le içerik ve söyleyiş alanında iyice kendini belli etti. 1940’larda Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’m başlattıkları Garip Akımı ile eski şiirin etkisi tümden ortadan kalktı. Garip’e tepki olarak 1950’lerin ortasında doğan İkinci Yeni Akımı şairleri ise çağrışımlarla yüklü, çarpıcı, şaşırtıcı bir söyleyiş geliştirdiler. İmgelere dayalı zengin bir şiir dili oluşturdular. İkinci Yeni sonrasında Türk şiirinde belirgin bir akım görülmedi. Buna karşılık gerek geçmiş yıllarda şiir yazmış, gerek 1960 sonrasında yazmaya başlamış şairler, şiirlerinde kendilerine özgü bir yol açmayı başardılar.
Şiir Türleri
Epik şiir, büyük kahramanları ve onların yaptıkları işleri anlatan şiirdir. Başta gelen özellikleri bir öykü anlatması ve bunun başka şiirlere göre daha uzun olmasıdır. En ünlü epik şiirler Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarıdır. 20. yüzyıl Türk şiirinde epik türde verilen başlıca ürünler Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları (1966-67), Kuvâyı Milliye (1968), Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936), Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Üç Şehitler Destanı (1949), Bağımsızlık Savaşı, Samsun’dan Ankara’ya (1951), Yedi Mehmetler (1964) ve Ceyhun Atuf Kansu’nun Sakarya Meydan Savaşı (1970) adlı yapıtlarıdır.
Dramatik şiir, şiir biçiminde yazılmış tiyatro yapıtlarıdır. Bu türün en başarılı örnekleri William Shakespeare’in oyunlarıdır. Türk şiirinde Abdülhak Hamid Tarhan bu türde ürünler vermiştir.
Lirik şiir, şairin kişisel duygu ve düşüncelerini açıklayan şiire denir. Bu ad, Eski Yunan edebiyatında şairlerin şiirlerini lir denen saz eşliğinde söylemelerinden kaynaklanır. Od, ağıt, sone gibi türleri olan lirik şiirler genellikle öbür şiir türlerine göre daha kısadır.
Didaktik şiir, okuyanları bilgilendirmek amacıyla yazılan şiirdir. En eskiçağlardan beri bu türde ürünler verilmiştir. Latin edebiyatında Lucretius, Virjil, Horatius, Ovidius gibi şairler bu türün en parlak ürünlerini vermişlerdir. Türk edebiyatında da Yusuf Has Hacib’in 1069’da yazdığı Kutadgu Bilig, ahlak, yaşam ve devlet yönetimi konusunda öğretici bilgiler veren didaktik bir yapıttır. Yunus Emre’nin 1308’de yazdığı Risaletü’n-Nushiye, İslami bilgi ve tasavvuf ilkelerini öğreten bir mesnevidir. Tevfik Fikret’in Halûk’un Defteri (1911) ve Şermin (1914) adlı yapıtları da didaktik ürünlerdir. La Fontaine’den dilimize çeşitli dönemlerde çevrilen öğretici nitelikli hayvan hikâyeleri de gene didaktik şiir örnekleridir. Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi didaktik şiirin yergi, fabl, manzum hikâye, manzum mektup gibi türleri vardır.
Pastoral şiir, kır ve çoban yaşamını, doğa güzelliklerini anlatan şiire denir. Süsten, sözcük oyunlarından, yapmacıktan ve gösterişten uzak bir anlatımla kır yaşamının ve doğanın güzelliği, çobanların kaygısız ve sağlıklı yaşamının anlatıldığı bu şiirlere “çoban şiirleri” ya da “çobanıl şiirler” de denir. Eski Yunan edebiyatında Theokritos ve Latin edebiyatında Virjil bu alanda ürün vermiş en ünlü şairlerdir. Pastoral şiir türü idil ve eglog diye ikiye ayrılır. İdil bir kişinin, çoğunlukla da bir çobanın ağzından yazılan, kır yaşamının güzelliğinden ve çobanıl aşktan söz eden şiirdir. Eglog ise çobanların kendi yaşamları, kır yaşamı, doğa güzelliği üzerine karşılıklı konuşmalarına dayanır.
Mensur şiir, düzyazı biçiminde olmasına karşılık şiir özellikleri taşır. Yapı yönünden şiire benzememekle birlikte anlatım yönünden şiire benzeyen bu türe edebiyatımızda “mensure” adı da verilmiştir. 19. yüzyılda
Fransa’da doğan mensur şiirin Türk edebiyatında en iyi örneklerini Mehmet Rauf, Halid Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu vermiştir. 1950’den sonraki dönemde de Türk edebiyatında bu türde örneklere rastlanmaktadır.
Şiirde Ölçü
Türk şiirinde serbest koşuk yaygınlaşmadan önce hece ölçüsü ve aruz ölçüsü olmak üzere iki tür ölçü kullanılırdı. Halk edebiyatında kullanılan hece ölçüsü bir şiirde bütün dizelerdeki hece sayılarının eşitliği temeline dayanır. Farsça’dan alınan ve Divan şiirinde kullanılan aruz ölçüsünde ise, bir dizede sadece hecelerin sayısı değil, uzunluk ve kısalığı da göz önünde bulundurulur. Aruz ölçüsü 20. yüzyılda Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı ve Mehmet Akif Ersoy tarafından kullanıldı. Şiirde serbest koşuk anlayışının egemen olmasıyla aruz ölçüsü tümüyle, hece ölçüsü de hemen hemen tümüyle kullanımdan kalkmıştır.