Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Kan

  • Okunma : 326
Kan Resim

Kan, insanda ve üstün yapılı hayvanlarda yaşamın sürmesini sağlayan en önemli vücut sıvısıdır. Dolaşım sistemini oluşturan kalp ve kan damarları aracılığıyla bütün vücudu dolaşarak dokular arasındaki madde alışverişine yardımcı olur. Bütün çokhücreli gelişmiş canlılarda, bir yandan hücrelere gerekli olan besin maddeleri ile solunum gazlarını, öte yandan hücre etkinliklerinin yan ürünü olan atık maddeleri taşıyan böyle bir sıvı vardır. Bitkilerde, köklerin emdiği suyu ve mineral tuzlarını yapraklara, yapraklarda fotosentezle üretilen besin maddelerini öbür dokulara ileten bu taşıyıcı sıvıya “besisuyu” denir. İnsanda ve gelişmiş hayvanlarda bu taşıma görevini üstlenen kan, sindirim sisteminden aldığı besin maddeleri ile akciğerlerden aldığı oksijeni vücuttaki milyonlarca hücreye götürür. Her hücre, gelişmesi ve işlevlerini yerine getirmesi için hangi maddelere gereksinimi varsa yalnızca o maddeleri seçerek gerektiği kadarını kandan alır. Bu maddelerin özümsenmesi sırasında açığa çıkan ve vücuttan uzaklaştırılması gereken zararlı atıkları, karbon dioksidi ve fazla suyu da gene kana boşaltır. Kan bu kez yüklenmiş olduğu bu maddeleri böbreklere ve akciğerlere taşıyarak vücuttan dışarı atılmalarına yardımcı olur. Bu arada kandan hücrelerarası boşluklara sızan sıvıları ve besin maddelerini toplayarak yeniden kana aktarmak üzere vücutta ikinci bir sıvı dolaşır. Renksiz olduğu için “akkan” da denen bu sıvının adı lenf'tir.

Kan Hücreleri

İnsan kanı plazm a denen sarımsı renkte bir sıvı ile bu sıvının içinde yüzen kan hücrelerinden oluşur. Plazmanın yaklaşık yüzde 90’ı su, geri kalan bölümü suda erimiş maddelerdir: Albümin, fibrinojen ve globülinler gibi plazma proteinleri; glikoz, aminoasitler, yağlar, mineral tuzları ve vitaminler gibi besin maddeleri; karbon dioksit ve üre gibi atık maddeler; hormonlar; antikorlar. Bu sıvının içinde, değişik görevleri olan üç tip hücre bulunur: Alyuvarlar (eritrositler), akyuvarlar (lökositler) ve trombositler (kan pulcukları).

    Alyuvarlar'ın sayısı öbür kan hücrelerinin hepsinden daha fazladır. 1 mm3 kanda yaklaşık 4-5 milyon alyuvar, buna karşılık yalnızca 7 ya da 8.000 kadar akyuvar bulunur. Kanın kırmızı gözükmesinin nedeni de plazmanın içinde yüzen milyonlarca alyuvardır.

    Ancak bir mikroskopla görülebilen alyuvarlar, tıpkı bir tavla pulu gibi kenarları daha kalın, ortası hafifçe çukur olan yuvarlak ve yassı, çekirdeksiz hücrelerdir. Bir alyuvarın yaklaşık üçte biri, demirli bir bileşik olan ve kana kırmızı rengini veren hemoglobin'den oluşur. Öbür omurgalıların alyuvarlarında da aynı bileşik bulunduğu için hepsinin kanı kırmızıdır. Oysa yumuşakçaların kanındaki kimyasal madde plazmaya mavi, halkalısolucanlarda ise yeşil renk verir.

    Ama hemoglobinin asıl görevi kanı renklendirmek değil dokulara oksijen taşımaktır. Kan akciğerlerdeki kılcal damarların içinde akarken, solunum yoluyla akciğerlere dolmuş olan havanın oksijeni kana geçerek alyuvarlardaki hemoglobine bağlanır. Daha sonra kan bütün vücudu dolaşırken de oksijen hemoglobinden ayrılarak hücrelere geçer.

    Alyuvarlar kemik iliğinde yapılır ve her birinin yaklaşık 120 gün kadar ömrü vardır. Ömrünü tamamlayan yaşlı alyuvarlar parçalanarak yok olurken bunların yerini kemik iliğinde yapılan yeni hücreler alır. Vücuttaki alyuvarların sayısı o kadar çoktur ki, ölenlerin yerini almak üzere dakikada 2 milyon kadar alyuvar kana karışır.

    Akyuvarlar alyuvarlardan daha büyük, ama sayıca daha azdır. İnsan kanında ortalama 500 alyuvara karşılık bir tek akyuvar bulunur. Ama vücuda bir mikrop ya da yabancı bir madde girdiğinde akyuvarların sayısı hızla artar. Çünkü bunlar vücudu savunmakla görevli olan koruyucu hücrelerdir. Üstelik bu kan hücreleri alyuvarlar gibi her zaman kan plazmasının içinde yüzmek zorunda da değildir; kılcal damarların duvarlarından dışarı çıkıp dokulara girebilir ve mikroplarla savaşmak üzere vücudun her yanma ulaşabilir.

    Çekirdekli kan hücreleri olan akyuvarların birbirinden farklı yapıda beş değişik tipi, bunlardan çoğunun da ayrı bir savunma yöntemi vardır. Hastalık yapıcı bakteri ya da virüsler kana girdiği anda akyuvarlar çoğalır ve bu mikrobu yok etmek üzere harekete geçer. İçlerinden bir bölümü bakterinin çevresini kendi hücresiyle sarar ve içine aldığı mikrobu yavaş yavaş sindirir. Bu olaya fagositoz denir. Bazı akyuvarlar ise mikroplarla doğrudan savaşmak yerine antikor denen maddeleri üretir. Bu kimyasal madde zararlı hücreleri bulur ve gidip üzerine kenetlenerek ya etkisiz duruma getirir ya da yok eder. Bu savaşta genellikle çok sayıda akyuvar da ölür ve hepsinin kalıntıları birbirine karışarak irin denen kirli sarı renkte, yapışkan bir sıvı halinde yaralardan dışarı atılır.

    Akyuvarların vücuttaki yapım yerleri kemik iliği, dalak ve lenf düğümleridir. Nitekim vücudun savunmasında ve bağışıklık sisteminde temel rol oynayan lenf sıvısında hücre olarak yalnızca akyuvarlar bulunur.

    Trombositler hem akyuvarlardan, hem alyuvarlardan çok daha küçüktür; ama kanın pıhtılaşmasını sağlamak gibi çok önemli bir görevleri vardır. Deride bir çizik ya da kesik olduğu zaman, damarların duvarlarındaki bu açıklıktan sızan kan dışarı akmaya başlar. Bu durumda, kan plazmasındaki fibrinojen m addesi trombositlerin yardımıyla pıhtı oluşturmak üzere harekete geçer. Fibrinojen damarın dışına çıkarak havayla karşılaştığı anda küçük, yapışkan iplikçiklere dönüşür ve başta trombositler olmak üzere bütün kan hücrelerini birbirine bağlayarak süngersi bir kütle oluşturur. Pıhtı denen bu madde damardaki kesiği bir tıkaç gibi kapatarak kanamayı engeller.

    Erişkin bir insanın vücudunda 5-6 litre kadar kan vardır ve sağlıklı bir insan 1-2 litre kan kaybettiğinde vücut bu eksiği kısa sürede giderebilir. Ama ağır kanamalarda insan kan kaybından ölebilir.

    Pıhtılaşmış kan artık eskisi gibi kırmızı renkli, homojen bir sıvı değildir. Fibrinojen ile kan hücreleri birleşerek koyu renkli bir pıhtı kütlesi halinde topaklaşmış, geride açık sarı renkli bir sıvı kalmıştır. İçinde kan hücreleri ve pıhtılaştırıcı plazma proteinleri olmayan bu sıvıya serum denir. Doktorlar insanları bazı bulaşıcı hastalıklardan korumak için atların kan serumundan yararlanırlar. Ata belirli bir hastalığın mikrobu verildiğinde hayvanın kanında antikorlar oluşur ve bu bağışık serum insana şırınga edildiğinde o hastalığa karşı bağışıklık kazandırır.

    Hücrelere oksijen ve besin taşımak, atıkları uzaklaştırmak ve vücudu mikroplara ya da zararlı maddelere karşı savunmak kanın görevlerinden yalnızca bir bölümüdür. Bunların dışında, iç salgıbezlerince üretilen hormonları dokulara taşıyarak vücut işlevlerinin düzenlenmesine ve iç dengenin korunmasına yardımcı olur. Ayrıca, kalorifer borularında dolaşan suyun yapının her yanını ısıtması gibi, kan da kalp ve karaciğer gibi enerji üreten organlardan aldığı ısıyı vücudun öbür bölümlerine taşıyarak bütün vücudun hep aynı sıcaklıkta kalmasını sağlar.

Kan Dolaşımı

İnsanın ve omurgalı hayvanların kanı, damar denen kapalı boruların içinde dolaşır ve olağan koşullarda hiçbir zaman damarların dışına çıkmaz. Buna kapalı dolaşım denir. Oysa omurgasız hayvanların çoğunda açık dolaşım vardır. Bu sistemde, damarlardan çıkarak dokuların arasındaki boşluklara dolan kan madde alışverişini yaptıktan sonra yeniden damarlara döner.

    İnsanın ve üstün yapılı hayvanların dolaşım sisteminde kanı harekete geçiren ve damarların içinde sürekli akmasını sağlayan organ kalptir. Bir pompa gibi çalışan bu organ kanı büyük bir basınçla damarlara doğru iter ve kıllar, tırnaklar gibi ölü dokular dışında vücudun bütün hücrelerine ulaştırır.

    İnsanlar kanın vücuttaki bütün dokuları beslediğini eskiçağlardan beri bildikleri halde kalbin nasıl çalıştığını ve kanın hangi yolu izlediğini yüzyıllarca açıklayamadılar. Eski Yunan bilginleri kalp ile akciğerler arasında bir bağlantı olduğunu fark etmişlerdi. Gene de, başta Aristo olmak üzere birçoğu damarlarda kan yerine hava bulunduğuna ve bu havanın kalpten geldiğine inanıyordu. Eski Yunanlı hekim Galenos atardamarların hava değil kan taşıdığını kanıtlayarak bu yanlış inanışı çürüttü. Ama o da kalbin görevini açıklayamadı ve kanın damarlardaki hareketini denizlerdeki gelgit hareketine benzeterek yanılgıya düştü.

    Kan dolaşımını bugün bildiğimiz biçimiyle açıklayan ilk tıp bilgini William Harvey’dir (1578-1657). Harvey, kanın kalp aracılığıyla atardam arlara pompalandığını ve hep tek yönde akarak toplardam arlar aracılığıyla kalbe geri döndüğünü, böylece kan dolaşımının vücutta bir daire çizdiğini deneylerle gösterdi. Üstelik kılcal damarları görebileceği kadar güçlü bir mikroskobu olmadığından, atardamarlar ile toplardamarlar arasındaki bu bağlantıyı yalnızca varsayımla çıkarmıştı. Nitekim kılcal damarların varlığı, Harvey’in 1628’de yayımladığı bir kitapta kan dolaşımını açıklamasından yıllar sonra bulundu.

    Kan vücutta dolaşırken birbirinden tamamıyla ayrı iki yol izler. Bunlardan birinde yalnızca kalp ile akciğerler, öbüründe kalp ile vücudun geri kalan bölümleri arasında dolaşır. Sol kalpten çıkan oksijen yüklü ve açık kırmızı renkli temiz kanın bütün vücudu dolaşıp sağ kalbe dönmesine büyük dolaşım denir. Taşıdığı oksijeni dokulara verip karbon dioksit yüklenmiş olan koyu kırmızı renkli kirli kanın sağ kalpten çıkıp akciğerlere giderek oksijen yüklendikten sonra sol kalbe dönmesi ise küçük dolaşım'dır.

Kan Damarları

Kalpten dokulara ve organlara kan götüren damarlara atardamar, dokulardan kalbe kan getirenlere de toplardamar denir. Büyük atardamarlar kalpten çıktıktan sonra yol boyunca dallanarak daha ince atardam arlara ayrılır ve en sonunda yalnızca mikroskopla görülebilen kılcal dam arları oluşturur. Kılcal damarlar ise kalbe yaklaştıkça birleşip kalınlaşarak toplardamarlara dönüşür. Bu üç tip damarın yapısı işlevlerine uygun olarak birbirinden farklıdır.

    Atardamarların kastan yapılmış duvarları, kalbin kanı pompalarken uyguladığı basınca dayanacak kadar kalındır. Genellikle vücudun dokularına gömülmüş olarak derinde bulunan bu damarlar ancak bazı yerlerde, örneğin el bileğinde, şakaklarda, boyunda, ayak sırtında ve ayak bileğinin dış yanında yüzeye yakındır. Bu bölgelerde, her kalp atımında kanın atardamarların duvarına basınçla vurarak geçişi hissedilebilir. Bu vuruşu, yani nabzı saymak için en uygun yer el bileğinin iç yüzündeki atardamardır. Kanın atardamarların duvarına yaptığı bu basınca kan basıncı ya da tansiyon denir. Bazı hastalıklarda yükselen, bazılarında düşen kan basıncı genellikle üstkoldaki büyük atardam ardan tansiyon aletiyle ölçülür.

    Toplardamarların duvarları daha incedir; çünkü bu damarlarda dolaşan kanın basıncı artık azalmıştır. Çoğu yerde yüzeye iyice yakın olan toplardamarlar kollarda ve bacaklarda çok belirgindir. Bu damarlar dokulardan kalbe dönen oksijensiz kanı taşıdığından, derinin altından mavi renkli bir ağ gibi görünür. İnsanın bir yeri kesildiğinde zarar gören genellikle toplardamarlardır. Bu damarlardan yavaşça akan koyu renkli kan bir süre sonra pıhtılaşır ve kanama durur. Oysa bir atardamar kesildiğinde açık kırmızı renkli kan hızla fışkırarak akar. Bu tehlikeli kanamayı durdurmak için kesilen yere parmakla ya da avuç içiyle sıkıca bastırmak ve zaman yitirmeden bir doktora başvurmak gerekir.

    Toplardamarlar yüzeyde olduğundan küçük bir şırıngayla damara girip kan almak kolaydır. Bu yüzden laboratuvar testleri için gerekli kan toplardamarlardan alınır. Kılcal damarların duvarları atardam ar ve toplardamarlarınkinden çok daha incedir. Bu yüzden kandan hücrelere ve hücrelerden kana madde geçişi hep kılcal damarlarda olur. Aynı özellik lenf damarları için de söz konusudur. Kan plazmasından ayrılan sıvıyı ve besin maddelerini toplayan bu damarlar da ayrı bir dolaşım ağı çizerek sonunda toplardamarlardaki kan dolaşımına katılır.

Kan Hastalıkları

Kanda üç tip hücre bulunduğu için kan hastalıkları da başlıca üç grupta incelenir. Kan hücrelerinin sayısı yaşa, günün saatlerine, mevsime, karnın aç ya da tok olmasına ve başka koşullara bağlı olarak dar sınırlar içinde değişir. Ama bu hücrelerin herhangi bir türünde büyük bir artış ya da azalma olması bir hastalık belirtisidir.

    1. Kansızlık adı altında toplanan hastalıklar alyuvarlarla ilgilidir. Bu tip hastalıklarda alyuvarların ya sayısı az ya da biçimleri bozuk olduğundan dokulara yeterince oksijen taşınamaz. Deriye .sağlıklı pembe rengi veren alyuvarlardaki hemoglobinin eksikliği nedeniyle bu hastaların rengi solgundur. Ayrıca hücreler; yeterince oksijen alamadığından halsizlik, yorgunluk ve soluk darlığı çekerler.

    Kansızlığın birkaç değişik tipi vardır. G enellikle kötü ya da yetersiz beslenmeden ileri gelen demir eksikliğine bağlı kansızlıkta, hemoglobinin temel bileşenlerinden olan demir yeterince bulunmadığından vücut yeni alyuvarlar yapamaz.

    Alyuvar yapımı için vitaminler de gereklidir. Bu nedenle B12 vitamini ve gene B grubu vitaminlerinden folik asit eksikliğinde de ağır kansızlık belirtileri görülür.

    Talasemi ya da Akdeniz kansızlığı ile orak hücreli kansızlık, genetik yapıdaki bozukluklardan kaynaklanan kalıtsal hastalıklardır. Hemolitik kansızlıkta ise parçalanan alyuvarların yerine eşit sayıda yeni hücre yapılamaz.

    Kalıtsal olmayan kansızlıklar hastaya kan vermekle ve çeşitli ilaçlarla tedavi edilebilir. Demir ve vitamin eksikliğine bağlı kansızlıklarda alınacak ilk önlem sağlıklı ve dengeli bir beslenme rejimi uygulamaktır.

    Polisitemi denen hastalıkta ise kansızlığın tersine alyuvar sayısı olağandan çok artmıştır. Hasta baş ağrısından, baş dönmesinden ve kaşıntıdan yakınır. Bu durumda da koldaki toplardamarlardan birinden kan almak ve ilaç tedavisi uygulamak gerekir.

    2. Akyuvarlarla ilgili kan hastalıklarının bir bölümü lösemi ya da kan kanseri adı altında toplanır. Bu hastalıkların da birçok değişik tipi vardır. Bazılarına özellikle çocuklarda, bazılarına ise erişkinlerde rastlanır.

    Bazen değişik tipteki akyuvarlardan biri denetlenemeyecek biçimde olağanüstü çoğalarak öbür akyuvar tiplerinin yerini alır. Örneğin miyelom denen hastalıkta, aşırı çoğalan plazma hücreleri kemik iliğini doldurur ve kemiklerde ağrıya neden olur. Ayrıca, vücudu savunacak akyuvarların sayısı iyice azaldığı için hastanın mikroplu hastalıklara karşı direnci zayıflar. Hastalığı denetim altına almak için en etkili yöntem ilaç ve ışın tedavisidir.

    3. Üçüncü grup, trombositlerle ve pıhtılaşma bozukluklarıyla ilgili kan hastalıklarını kapsar. Trombositlerin iyice azalmasından ilen gelen ve den altındaki kanamalar nedeniyle vücutta yer yer morarma gösteren hastalıklar kan nakli ve ilaçla tedavi edilir.

    Kalıtsal bir hastalık olan hemofilide ise trombositlerde hiçbir sorun yoktur, ama kanın pıhtılaşması için gerekli olan maddelerden biri eksiktir. Hemofili hastaları, eğer önlem alınmazsa basit bir kesikte ya da diş çekimi sırasında kanamadan ölebilirler. Kadınlar bu hastalığın genlerini taşır ve çocuklarına aktarırlar, ama hastalık hemen her zaman erkeklerde ortaya çıkar.

Kan Nakli

Hastanın kan kaybını karşılamak üzere bir toplardamar aracılığıyla vücuda kan verilmesine kan nakli denir. Kan nakli düşüncesi ilk kez 17. yüzyılda ortaya atıldı ve İngiltere’de Richard Lower tarafından 1665’te köpeklerde denendi. İnsanlardaki ilk kan nakli uygulamalarında da hayvan kanı kullanıldı, ama zararlı etkileri görüldüğü için vazgeçildi. İnsandaninsana ilk kan naklini ise 1818’de Londralı bir doktor gerçekleştirdi.

    Kan naklinde en büyük sorun, vericinin kan hücrelerinin alıcının kan hücrelerini yok etmeye çalıştığı “kan uyuşmazlığadır. Bu olayın nedeni ancak 1920’lerde, AvusturyalI bilim adamı Kari Landsteiner’in insandaki kan gruplarını bulmasıyla anlaşıldı. Landsteiner insanlarda dört kan grubu olduğunu saptayarak bu grupları 0,A,B ve AB olarak adlandırdı. 1940’ta ise kan uyuşmazlığında rol oynayan ikinci bir etkenin varlığı anlaşıldı. Bir insanın kanında Rh (rhesus) faktörü varsa kanı “Rh pozitif” , yoksa “Rh negatif” olarak tanımlanır. Ayrıca, çok daha seyrek rastlanan başka altgrupların varlığı da saptandı. Bütün bu bulgular, vericinin kanı ile alıcının kanını önceden “karşılaştırarak” kan naklinde güvenilir sonuç alma olanağını sağladı. Kan grupları ve Rh faktörü bilinse bile, alıcıya verilecek kanın mutlaka o anda bir kez daha hastanın kanıyla karşılaştırılması zorunludur.

    Kan naklinde en büyük gelişme 20. yüzyılda, savaşlar nedeniyle oldu. I. Dünya Savaşı’nda (1914-18) kan nakli yaygınlaştı ve vericilerden alman kanları “kan bankaları”nda saklama düşüncesi doğdu.

    Hastaya kan verilmesini gerektirecek kadar önemli kan kayıpları genellikle ağır kazalarda, atardam ar yaralanmalarından ileri gelir. Uzun süren kalp ameliyatları gibi büyük ameliyatlarda da litrelerce kan gerekebilir. Bazen annesiyle kan uyuşmazlığı olan bebeklerin kanını doğumdan hemen sonra, hatta doğumdan önce tümüyle değiştirmek zorunluluğu doğar. Ayrıca bazı kan hastalıklarında da tek çare kan vermektir.

    Bütün bu kan gereksinimi genellikle gönüllü vericilerden karşılanır. Vericiler, alıcılara hastalık bulaştırmayacak sağlıklı kişiler olmalıdır. Vericiden kan alınmadan önce hangi gruptan olduğu belirlenir ve kullanılacağı ana kadar kan bankalarındaki soğutucularda dondurularak saklanır. Bu arada pıhtılaşmayı önlemek için gerekli maddeler eklenir ve çeşitli kan hastalıklarında kullanmak üzere değişik kan özütleri hazırlanır. Plazma, yani kan hücreleri ayrılmış olan kan sıvısı dondurularak toz haline getirildiğinde kandan çok daha uzun süre depolanabilir. Bu toz plazma kullanılacağı zaman sulandırılır ve içinde kan hücreleri olmadığı için kan grubuna bakılmaksızın herkese verilebilir.

    Birisine kan verileceği zaman da önce alıcının kan grubu saptanır. Sonra kan bankasından aynı gruptan bir şişe kan alınır ve alıcının kan örneği ile karıştırılarak kan hücreleri arasında uyuşmazlık olup olmadığına bakılır. Eğer uyuşmazlık yoksa uygun bir toplardamara iğneyle girilerek, şişedeki kan incecik bir borudan hastanın damarına akıtılır.

    Hemofili hastalarının kanında eksik olan pıhtılaşma etkeni (VIII. faktör) eskiden vericilerin kanından özütlenerek elde edilirdi. Oysa günümüzde genetik mühendisliğinin sağladığı olanaklarla bu madde laboratuvarda hiç kan kullanmaksızın doğrudan doğruya bakteriler aracılığıyla üretiliyor.

Kan Resimleri