Kurtuluş Savaşı
Milli Mücadele, İstiklal Harbi gibi adlarla da anılan Kurtuluş Savaşı Türk tarihinin kısa ama son derece yoğun askeri ve siyasal olaylarla dolu bir dönemidir. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nden Türkiye’ye, saltanattan cumhuriyete geçiş sürecini de içeren bu dönem 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla başlar, 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla sona erer.
Mondros Mütarekesi ve İlk Sonuçları
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini belgeleyen Mondros Mütarekesi ile Anadolu ve Trakya her türlü işgale açık bir duruma geliyordu. Çünkü mütareke hükümleri galip devletlere gerekli gördükleri her yeri işgal etme hakkı tanıyor, buna karşılık Osmanlı ordusunu birkaç birlik dışında tümüyle terhis ediyor, silahlarına da el koyuyordu. Koşullar böylesine ağırken İstanbul’daki hükümet siyasal görüşmeler yoluyla bunların hafifletilebileceğini umuyor, imzalanacak barış antlaşmasıyla daha elverişli bir konum elde edileceğine inanıyordu. Halbuki Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından işgaller başladı. Önce İngilizler sonra Fransızlar Güneydoğu Anadolu’da toprak ele geçirmeye giriştiler. Onları Yunanlılar'dan daha çabuk davranarak Muğla ve Antalya’ya asker çıkaran İtalyanlar izledi. Yunanlılar I. Dünya Savaşı'na girmelerine karşılık olarak kendilerine vaat edilen Ege Bölgesi'ni tümüyle işgal edebilmek amacıyla geniş çaplı hazırlıklara girişmişlerdi. Hazırlıklar ancak Mayıs 1919'da bitirildi ve Kurtuluş Savaşı'nın da ilk büyük dönüm noktası olan İzmir'in işgaline 15 Mayıs 1919'da girişildi.
İzmir'in İşgali ve Direnişin Başlaması
İzmir'in işgali Kurtuluş Savaşı'nın silahlı direnişinin başladığı tarihe de işaret eder. İşgale tepki olarak ilk kurşun gazeteci Haşan Tahsin tarafından İzmir'de atıldı. Onu Ege Bölgesi'nde genişleyen Yunan işgaline karşı başka yerlerde başlayan silahlı direnişler izledi. Bu direnişi yapanlar daha çok bölgede yaygın bir gelenekten yetişen efelerdi. O zamana kadar Anadolu'nun birçok yerinde kurulmuş müdafaa-i hukuk (hakları savunma) örgütleri barışçı yollardan hak aramaya uğraşıyor, bir bölümü de umutsuzluk içinde bölgesel çözümler arıyordu. Buna karşılık özellikle İstanbul’da toplanmış bazı çevreler işgalci büyük devletlerin dostluğuna sığınıyor, yerli azınlıklar ise açık ya da gizli olarak işgali destekleyen, kolaylaştırmayı amaçlayan silahlı ve silahsız örgütler kuruyorlardı.
İzmir’in işgali bu bakımdan herkes için uyarıcı oldu. Özellikle müdafaa-i hukuk örgütleri Ege’deki kanlı işgal hareketleri karşısında ancak silahla direnilebileceğini anladılar. Gerçi İzmir’in işgali bütün yurtta sert tepkilere yol açtı, düzenlenen büyük gösterilerle protesto edildi, ama bunun işgalci devletlerin üstünde pek etkisi olmadı. Aslında müdafaa-i hukuk örgütleri de birbirinden kopuktu, silahlı direniş grupları da hem küçük topluluklar halindeydi, hem de yeterli silahlardan yoksundu. İşte bu dağınık güçleri toplayıp bir araya getirecek kişi İzmir’in işgalinin ertesi günü Samsun’a doğru yola çıkan Mustafa Kemal’di.
Mustafa Kemal Anadolu’nun batısından başlayan işgale karşı, direniş cephesinin doğuda kurulması gereğine inanıyordu. Bunun için de bütün sivil örgütleri ve askeri gücü birleştirmenin zorunluluğunu görüyordu. Samsun’a çıktıktan sonra ilk uğrak yeri olan Amasya’da yayınladığı tamim (bildirge) ülkenin içine düştüğü durumu açıklıkla saptıyor, çözümün bütün güçlerin birleşmesinden geçtiğini vurguluyordu. Mustafa Kemal sonraki adımlarını da bu doğrultuda attı. Erzurum ve Sivas kongreleriyle sivil örgütlerin birleşmesinden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti doğdu. Şimdi sıra askeri ve sivil güçlerin hareketlerinin yasal dayanağını oluşturacak, bütün milleti temsil edecek üst düzeyde bir örgütün kurulmasına gelmişti. Bu da Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) olacaktı.
İstanbul Hükümetleri
Anadolu’da bu gelişmeler olurken İstanbul’daki padişah yönetimi galip devletlerin her türlü baskısına boyun eğiyor, Mustafa Kemal’e ve yandaşlarına cephe alarak güçlenmelerini engellemeye çalışıyordu. Başta sadrazam Damat Ferid Paşa olmak üzere İstanbul hükümetlerinin ileri gelen kişileri Mustafa
Kemal ve arkadaşlarını asi olarak görüyorlar, işgallerin genişlemesinin nedenini direnişçilerin karşı koymalarında arıyorlar, bu hareketlerin imzalanacak barış antlaşmasını tehlikeye düşüreceğine inanıyorlardı. Ama toplantıya çağırdıkları Osmanlı Mebusan Meclisi bile onlar gibi düşünmüyordu. 12 Ocak 1920’de toplanan meclis aldığı bir kararla Sivas Kongresi’nde kabul edilen ilkeleri benimsediğini açıklayınca galip devletler direniş ruhunun İstanbul’da bile ne denli güçlendiğini gördüler ve 16 Mart 1920’de kenti işgal ederek Osmanlı Mebusan Meclisi’ni dağıttılar. Direniş yanlısı milletvekillerinden ve aydınlardan ele geçirebildiklerini de Malta Adası’na sürdüler. Bir bölüm asker ve sivil aydın ile milletvekili de mücadeleyi sürdürmek amacıyla Anadolu’ya geçti.
TBMM'nin Toplanması
27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal burasını Anadolu’daki direniş hareketinin merkezi olarak seçmişti. Gerçekten de Ankara coğrafi konumu bakımından Anadolu’nun ortasına yakın bir yerde bulunuyordu. Ayrıca o dönemin en önemli ulaşım aracı olan demiryolunun doğudaki son durağı da Ankara’ydı. Böylece İstanbul’la, Ege Bölgesi’yle ve Güney Anadolu’yla düzenli bağlantı sağlanmış oluyordu. Mustafa Kemal işgale boyun eğerek her türlü bağımsızlığını yitirmiş İstanbul’daki padişah yönetimine karşı ulusun gerçek iradesini temsil edecek yeni meclisin Ankara’da toplanmasını kararlaştırdı. Her ilden seçilen milletvekilleriyle kapatılan Osmanlı Mebusan Meclisi'nin Anadolu’ya geçen üyelerinin bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) 23 Nisan 1920'de toplandı ve kendi içinden bir hükümet seçti. TBMM başkanlığına getirilen Mustafa
Kemal aynı zamanda hükümetin de başındaydı. Böylece Anadolu'da yeni bir devletin varlığı bütün dünyaya duyurulmuş oluyordu.
Anadolu’da yeni bir hükümetin varlığına İstanbul yönetimi de işgalci devletler de sert tepki gösterdiler. İstanbul yönetiminin kışkırtmalarıyla Mayıs 1919'dan beri Anadolu'nun çeşitli yerlerinde baş gösteren ayaklanmalar yeniden alevlendi. Bu ayaklanmaları bastırmada büyük yararlıkları görülen çeteler artık Kuva-yı Milliye (ulusal kuvvetler) olarak anılır olmuştu. İstanbul yönetimi Nisan 1920’den başlayarak Kuva-yı Milliye’ye karşı Kuva-yı İnzibatiye adı verilen karşı bir güç oluşturarak İzmit yöresinde harekete geçti. Bunu Adapazarı, Bolu, Yozgat, Çorum, Tokat ve Konya’daki ayaklanmalar izledi. Ankara hükümeti Kuvayı Milliye’nin yardımıyla bu ayaklanmaları bastırmayı başardı. Bu arada Yunanlılar da ilerlemelerini sürdürerek Balıkesir’i ve Bursa’yı, ardından da bütün Trakya’yı işgal ettiler. Ankara hükümetinin işgallere karşı koyacak gücü henüz yoktu. Ama bu durum düzenli bir orduya ne denli gereksinim olduğunu ortaya koyuyordu. Ayrıca Kuva-yı Milliye’nin yer yer Ankara hükümetinin gücünü sarsmaya varan başına buyruk davranışları da olumsuz bir görüntü yaratıyordu.
Öte yandan galip devletler Anadolu da dahil olmak üzere Osmanlı topraklarını paylaşma yolundaki planlarını son aşamaya getirerek bir barış antlaşması biçiminde sunmaya hazırlanıyorlardı. 21 Nisan 1920’de San Remo'daki toplantıda verilen karara göre Irak ve Filistin İngiltere’nin, Suriye Fransa’nın yönetimine bırakılıyor, Anadolu’nun Akdeniz kıyıları İtalya’ya, Suriye ile komşu Güneydoğu Anadolu Bölgesi Fransa’ya, Ege ve Trakya Yunanistan’a veriliyordu. Boğazlar ise uluslararası bir kurul tarafından yönetilecekti. Galip devletler bu tasarının yalnız İstanbul yönetimince değil TBMM tarafından da kabul edilmesi için girişimlerde bulundular. TBMM kendi varlık nedenini ortadan kaldıracak böylesi bir öneriyi doğal olarak reddetti. İstanbul yönetimi ise Osmanlı Devleti’nin varlığını kâğıt üstünde tanıyan, padişaha dokunulmayacağını garanti eden ve İstanbul’un başkent olarak kalmasını sağlayan birkaç küçük değişiklikle tasarıyı kabul etti ve 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’m imzaladı. Artık İstanbul ile Ankara’nın yolları kesin olarak ayrılmıştı.
Askeri Cepheler
TBMM hükümeti ilk günden başlayarak ulusal bir ordu yaratma yolunda yoğun çabalar harcıyordu. Eldeki birlikler yeniden düzenleniyor, bölgesel seferberlikler ilan edilerek yeni birlikler kurulmaya çalışılıyor, Ankara’da açılan talimgâh ile de subay açığının kapatılması hedefleniyordu. Öte yandan Ege’de Kuva-yı Milliye’nin küçük çaplı direnişi sürerken Güneydoğu’da Antep, Urfa ve Maraş’ta halkın kendi olanaklarıyla oluşturduğu gönüllü birlikler, işgalci Fransızlar’a karşı kentlerini kurtarmak için çetin bir savaş veriyorlardı. Ocak 1920’de sokak çatışmaları biçiminde başlayan bu direnişler giderek bütün kenti içine alan muharebelere dönüştü ve bunun sonunda önce Urfa ve Maraş, ardından da Antep işgalden kurtuldu. Bu kentlerimize işgale karşı direnişte gösterdikleri başarıdan ötürü sonradan Şanlıurfa, Kahramanmaraş ve Gaziantep adları verildi.
Doğu Cephesi
TBMM’ye bağlı askeri güçlerin ilk düzenli harekâtı Doğu Cephesi’nde olmuştur. Merkezi Erzurum’da bulunan 15. Kolordu’nun komutanı Kâzım Karabekir doğu sınırındaki belirsizliği gidermek ve I. Dünya Savaşı sırasında yitirilen toprakları geri almak için 28 Eylül 1920’de harekete geçti. 30 Ekim’de Kars’a girerek bölgeyi ellerinde tutan Ermeniler’i barışa zorladı. 2 Aralık’ta imzalanan Gümrü Antlaşması ile Kars Türkiye’ye bırakıldı. Daha sonra yapılan Moskova (16 Mart 1921) ve Kars (13 Ekim 1921) antlaşmalarıyla Doğu Anadolu’daki sınır kesin olarak belirlendi. Bu antlaşmalar Doğu Cephesi’ndeki birliklerin savaşın daha yoğun olarak sürdüğü Batı Cephesi’ne kaydırılması olanağını sağladı.
Batı Cephesi
Yunanlılar’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmalarıyla başlayan işgal hareketleri küçük çaplı direnişleri kırarak ilerlemiş Temmuz 1920’ye gelindiğinde bütün Ege Bölgesi’ni ve Trakya’yı içine almıştı. Buna karşılık TBMM hükümeti de düzenli ordu kurma yolundaki kararının bir uygulaması olarak Batı Cephesi komutanlığını oluşturmuştu. Batı Cephesi henüz derlenip toparlanma çalışmaları içinde olduğundan önceleri düşmanla çatışmaya girmekten kaçınmış, ama varlığını duyurmaktan da geri durmamıştı. Düşmanla ilk çatışma başına buyruk davranışlarıyla TBMM hükümetinin otoritesini tanımadığını açıkça gösteren Kuva-yı Milliye komutanlarından Çerkeş Ethem’in yakalanması için düzenlenen harekât sonrasında oldu. Türk birliklerinin Çerkeş Ethem güçlerini izlemesinden yararlanmak isteyen Yunan ordusu 6 Ocak 1921’de ileri harekâta girişerek 9 Ocak’ta İnönü’ye vardı. Buradaki Türk birlikleri iki gün süren çetin bir savaştan sonra Yunanlılar’ı püskürtmeyi başardılar. Tarihe I. İnönü Savaşı olarak geçen bu çarpışma Ankara hükümetinin gücünü uluslararası alanda da göstermesine fırsat sağladı. Düzenli ve güçlü Yunan ordusunun uğradığı başarısızlık karşısında diplomatik çabalara ağırlık veren galip devletler 23 Şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na Ankara hükümetini de çağırdılar. Gerçi Sevr Antlaşması’nın koşullarını biraz daha hafifleterek Ankara hükümetine de kabul ettirmeyi amaçlayan Londra Konferansı başarısızlığa uğrayarak dağıldı, ama Ankara hükümeti Türk ulusunun gerçek temsilcisi olduğunu bütün dünyaya gösterdi.
Öte yandan Yunanlılar diplomatik yollardan elde edemediklerini askeri alanda kazanmak için yeni bir saldırıya hazırlanıyorlardı. 23 Mart 1921’de gene İnönü önlerinde karşı karşıya gelen Türk ve Yunan birlikleri bu kez daha geniş bir cephede çarpışmaya başladılar. Yunanlılar 27 ve 30 Mart’taki iki büyük saldırıları püskürtülünce geri çekilmek zorunda kaldılar. Cephenin güney ucundaki Afyon’u işgal eden Yunan birlikleri de kenti terk ettiler. Böylelikle II. İnönü Savaşı’nda da zafer Türkler'in oldu. Ama Yunanlılar işgallerini daha da yaymak emelinden vazgeçmiş değillerdi. Ayrıca daha da güçlenecek Türk ordusunun onları ellerinde tuttukları yerlerden de atabileceğini görüyorlar, bu yüzden vakit geçirmeden yeniden saldırmayı hedefliyorlardı. Bu amaçla hazırladıkları geniş çaplı
bir askeri harekâtı 10 Temmuz 1921 ’de başlattılar. Afyon, Kütahya, İnönü hattından girişilen yoğun saldırı karşısında Türk ordusu daha iyi savunma yapabilmek amacıyla Sakarya Irmağı’nın doğusuna çekildi. Kütahya, Afyon, Eskişehir Yunanlılar’m eline geçti. Bu durum bütün yurtta ve Ankara’da telaşa yol açtı. Ordunun Sakarya’nın doğusunda da tutunamaması durumunda Ankara’nın düşman işgaline uğramasından çekiniliyordu. Umutların kırıldığı bu ortamda Mustafa Kemal Paşa bütün sorumluluğu üstlenerek TBMM’den kendisine başkomutanlık yetkisi vermesini istedi. Bir süre için TBMM’nin yasama yetkisini de başkomutana bırakmasını içeren bu öneri uzun tartışmalardan sonra kabul edildi. Mustafa Kemal Paşa yayınladığı buyruklarla ulusun maddi ve manevi bütün gücünü seferber etmesini istedi.
Bu arada ordusunun başarısını yakından izlemek isteyen Yunan Kralı Konstantin de Anadolu’ya gelmiş, son bir saldırıyla Ankara’nın ele geçirilmesi buyruğunu vermişti. 14 Ağustos’ta ilerlemeye başlayan Yunan ordusu 22 Ağustos’ta Sakarya’nın doğusundaki Türk cephesine ulaştı. 5 Eylül’e kadar çok şiddetli muharebeler oldu. Türk ordusu zaman zaman zor durumlara düşmesine karşın 5-13 Eylül arasında bütün gücüyle giriştiği taarruz sonucunda Yunan ordusunu Sakarya’nın batısına kadar sürdü. Yunanlılar Türk ordusunun izleme harekâtını sürdüreceklerini sanıyorlardı. Ama 22 gün süren savaş Türk ordusunu da yıprattığından izleme yapılamadı. Ordunun yeniden derlenip toparlanması gerekiyordu.
Bundan sonraki bir yıl Yunanlılar’a kesin darbeyi indirmeyi amaçlayan hazırlıklarla geçti. Türk ordusu artık savunmayı değil saldırmayı planlıyordu. Haziran 1922’de ordunun taarruz edebilecek duruma geldiğini gören Mustafa Kemal Paşa kesin saldırının ağustos ayında yapılmasını kararlaştırdı. 26 Ağustos 1922’de Afyon’un güneyinden başlayan Büyük Taarruz Afyon-Eskişehir arasına yayılarak sürdü. Beş gün süren taarruzun sonuncu günü Dumlupınar’da Yunan ordusunun
son gücü de yok edildi. Başkomutanlık Meydan Savaşı adı verilen bu savaştan sonra dağılıp İzmir’e doğru çekilmeye başlayan Yunan birlikleri de sıkı bir izleme harekâtı sonucunda etkisiz kılındı. 9 Eylül’de İzmir, 10 Eylül’de de Bursa kurtarıldı. 18 Eylül’de Anadolu’da silahlı bir tek Yunan askeri kalmamıştı.
Mudanya Mütarekesi'nden Lozan Barış Antlaşması'na
Türk ordusunun bu başarısı karşısında henüz İstanbul’u ellerinde tutan galip devletler bile ateşkes istemek zorunda kaldılar. 3 Ekim’de Mudanya’da başlayan görüşmeler sonunda 11 Ekim’de ateşkes antlaşması imzalandı. Antlaşmanın en önemli sonucu hâlâ Yunan işgalinde olan Trakya’nın 15 gün içinde boşaltılmasının kararlaştırılmasıdır. Böylece Trakya savaşmadan geri alınmış oluyordu. Ateşkesin ardından galip devletler 27 Ekim’de Ankara hükümetini barış görüşmelerine çağırdılar. Bu arada TBMM de 1 Kasım 1922’de aldığı bir kararla Türkiye’de biçimsel de olsa iki hükümetin varlığına yol açan saltanata son verdi. Son Padişah VI. Mehmed Vahideddin de 17 Ekim’de ülkeyi terk etti. İsviçre’nin Lozan kentinde yapılan barış görüşmeleri I. Dünya Savaşı’nın galibi olan devletlerin Osmanlı Devleti’nden elde ettikleri ayrıcalıkları yeni Türk yönetimine de kabul ettirme yolundaki baskılarından dolayı bir kez kesintiye uğradıysa da 24 Temmuz 1923’te anlaşmayla sonuçlandı.
Artık geriye yeni rejimin niteliğinin belirlenmesi kalmıştı. TBMM göreve başladığı 23 Nisan 1920’den beri ulusun gerçek temsilcisi olduğunu adım adım bütün dünyaya kabul ettirmişti. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla da yeni bir aşamaya girilmişti. Ulusal sınırlar içinde yeni bir devlet oluşmuş, bu devlet Lozan Barış Antlaşması’yla dünya ülkelerince de tanınmıştı. Ama devletin niteliği belirsizdi. Aslında 23 Nisan 1920’den beri var olan ulusal egemenliğe dayalı devlet biçimiyle uyumlu olan rejimin adı cumhuriyetti. TBMM de bu yönde karar aldı ve 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etti.