Ruh Hastalıkları
İnsan sağlığını tehdit eden sayısız iç ve dış etken vardır. Bunlardan bazıları çeşitli organların işleyişini ya da vücudun genel uyum ve dengesini bozar; bazıları da kişinin akıl ve ruh sağlığını tehlikeye atar. Birinci gruptaki hastalıklara bedensel ya da fiziksel hastalıklar, ikinci gruptakilere ise ruhsal yapı ve davranış bozukluklarıyla ortaya çıktıkları için “ruh hastalıkları” ya da zihinsel süreçlerde çeşitli bozukluklara yol açtıkları için “akıl hastalıkları” denir.
Vücudu etkileyen hastalıklarda çoğu kez yüksek ateş, ağrı, hatta deri döküntüleri gibi fiziksel belirtiler söz konusudur. Örneğin kızamıklı bir hastanın derisinde, gözle görülen ve hastalığın tanısını kolaylaştıran küçük kırmızı lekeler belirir. Oysa ruh hastalıklarında genellikle hiçbir fiziksel belirti yoktur ve hastanın dış görünümü çoğu zaman normaldir. Başka bir deyişle, ruhsal yapıdaki değişiklik yalnızca davranışlara yansır ve hastalığın dışa vuran tek belirtisi budur. Ne var ki, günlük yaşamda karşılaşılan davranışların kişiden kişiye ve koşullara göre değişmesi, yalnızca davranışlara bakarak ruh hastalıklarına tanı koymayı iyice güçleştirir. Hangi davranışın olağan, hangisinin hastalık belirtisi olduğunu saptamak ve “normal” ile “anormal” arasında kesin bir sınır çizmek çok güçtür.
Ruh Hastalıklarının Tarihçesi
Ruh hastalıklarının geçmişi de büyük olasılıkla fiziksel hastalıkların başlangıcı kadar eskiye uzanır. Ama eskiçağlarda insanlar ruh hastalıklarının nasıl geliştiğini anlayamamışlar ve “deli” dedikleri bu hastaların içine kötü ruhların girdiğine inanmışlardı. Ortaçağda akıl hastaları genellikle yoksullar ve zekâ özürlülerle birlikte düşkünlerevine ya da kimsesizler yurduna kapatılır, karanlık ve pis mahzenlerde sürekli kilit altında tutulur, hatta yaban hayvanları gibi zincire vurulurdu.
Sonraları “deliliğin” de bütün öbür hastalıklar gibi anlaşılır nedenleri olan, tanı konulup tedavi edilebilecek bir hastalık olduğu anlaşıldı. 19. yüzyılın ortalarında da ruh hastalıklarının incelenmesini, tanısını ve tedavisini konu alan psikiyatri tıbbın içinde ayrı bir uzmanlık dalı olarak gelişti. Bu yeni araştırma alanının en tanınmış öncülerinden biri Sigmund Freud'dur.
Ruh Hastalıklarının Sınıflandırılması
Psikiyatrlar genellikle bütün ruh hastalıklarını iki temel grupta toplarlar: Nevrozlar ve psikozlar.
Bu iki grup arasındaki en önemli fark, nevrozlarda akıl yürütme ve mantık süreçlerinin etkilenmemiş olmasıdır. Hastada duygu ve davranış bozuklukları görülmekle birlikte, bilinci gerçekle bağlarını koparmadığı için hasta kendisi de bu değişikliklerin farkındadır. Bu yüzden nevrozlular çoğu zaman “hasta olduğumu ve garip şeyler yaptığımı biliyorum, ama elimden bir şey gelmiyor” derler.
Buna karşılık psikozlarda bilinçli düşünce tümüyle altüst olmuştur. Hastalar kafalarında yarattıkları düş dünyası ile gerçekleri birbirinden ayıramadıkları için hastalıklarının da farkında olamazlar.
Psikozlar genel olarak nevrozlardan daha ağır ve ciddi hastalıklardır. Örneğin, en ağır ruh hastalıklarından biri sayılan şizofreni psikoz grubundandır. Bu hastalıkta kişinin dış dünyayla bütün ilişkisi kopmuştur. Bu yüzden şizofrenler çevrelerinde olup bitenlerle hiç ilgilenmez, olaylara normal tepki göstermez, kimseyle konuşmaz ve genellikle kendi içlerine kapanarak gerçek ile düşsel olanın birbirine karıştığı yan düş dünyasında yaşarlar.
Tedavi Yöntemleri
Ruh hastalıklannda uygulanan tedavi yöntemleri kabaca iki grupta toplanabilir. Bunlardan ilki hastayla konuşmak, hatta yalnızca hastanın anlattıklannı dinlemektir. Hastanın kendi sorunları üzerinde düşünmesini, tartışmasını ve böylece sorunun kökenine inmesini amaçlayan bu “konuşma tedavisi”nin ya da psikoterapinin çok değişik yöntemleri vardır. Bunlar içinde en bilineni, Freud’un geliştirdiği psikanaliz'dir. Psikanaliz uygulayan kişi, hastanın zihnini ve ruhunu derinlemesine araştırarak bilinçaltındaki düşünceleri açığa çıkarmaya çalışır. Çoğu kez çocukluk çağının başlangıcına kadar inen bu bastırılmış duygu ve düşüncelerin bilinç düzeyine çıkması sorunun çözülmesine yardımcı olabilir. Bazı psikoterapi yöntemleri ise, olağan sayılmayan davranışın nedenlerini bulmaya çalışmaksızın yalnızca hastayı rahatlatmayı ya da davranışlannı değiştirmeyi amaçlar. Psikoterapi, seçilen tedavi yöntemine ve hastalığın önemine bağlı olarak her gün ya da ayda bir kez uygulanabilir. Psikiyatr hastayla yalnız konuşmayı ya da eşiyle, hatta ailenin öbür bireyleriyle birlikte tedaviyi sürdürmeyi seçebilir.
İkinci gruptaki tedavi yöntemleri ilaç kullanımına dayanır. Ruhsal çöküntü ve bunaltı gibi hafif nevrozların tedavisinde doktorlar hastalarına yatıştırıcı ve çökkünlük giderici ilaçlar verirler. Aslında bunlar reçeteyle alınabilen ve günlük yaşamın yarattığı streslere karşı herkesçe kullanılabilen ilaçlardır. Daha etkili ilaçlar ise genellikle daha ağır hastalıkların tedavisinde, özellikle de hastanelerde doktorların gözetimi altında kullanılır.
Eskiden, ruhsal bozukluk gösteren hastalar özel hastanelerde ya da koğuşlarda yatırılır, dostlarıyla, aileleriyle, hatta öbür hastalarla görüşmelerine izin verilmezdi. Bu uygulama çoğu zaman hastalığın daha da kötüye gitmesine yol açıyordu. Oysa günümüzde, eğer olanak varsa, hastaların tedavi süresince bir arada yaşamaları sağlanır. Çünkü, başka insanlarla bir arada olmak ve günlük yaşamın sorunlarından uzak kalmamak kilit altında tutulmaktan çok daha yararlıdır.