Solunum
Solunum, en basit tanımıyla, bir canlının oksijen alıp karbon dioksit vermesidir. Bitkiler ve hayvanlar oksijen olmadan yaşayamaz. Çünkü yaşamın temeli olan bütün biyokimyasal süreçler için enerji gerekir; bu enerjinin kaynağı da hücrelerde depolanmış olan besinlerin yanması, yani oksijenle birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında, besin moleküllerinde bağlı olan kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. Bu olay, tıpkı yanan bir odun parçasının ısı ve ışık yayması gibi enerji veren bir tepkimedir. Demek ki, solunumu yalnızca oksijen-karbon dioksit alışverişi olarak değil, bitkilerin ve hayvanların temel enerji kaynağı olan daha karmaşık bir süreç olarak düşünmek gerekir. Canlı ile dış ortam arasında gaz alışverişini sağlayan soluma ya da soluk alıp verme bu sürecin yalnızca bir aşamasıdır; öbür aşaması ise alınan oksijenin bütün hücrelere taşınmasını ve hücrelerdeki bir dizi tepkime sonucunda, besinlerde depolanmış olan enerjinin açığa çıkmasını içerir. Vücuttaki her hücre yaşam süreçlerinde bu enerjiyi kullanacağından, oksijensiz kalan hücreler hemen ölür.
Karbonhidratlar, yağlar ve proteinler gibi besin maddeleri karbon ve hidrojen atomları içerdiği için, bu bileşikler ile oksijen arasındaki tepkime sonucunda su ve karbon dioksit oluşur. Su bütün canlılar için gereklidir; ama karbon dioksidin dokularda birikerek belirli bir düzeyi aşması zehirlenmeye yol açabilir. Bu yüzden solunumun son aşamasında, hücrelerde oluşan karbon dioksidin vücuttan dışarı atılması gerekir.
En basit canlılarda bile solunuma rastlanır; ama bu işleve uyarlanmış özel solunum sistemi yalnızca insana ve gelişmiş hayvanlara özgüdür. Örneğin insanın solunum sistemi, akciğerler gibi solunum organları ile temiz havanın akciğerlere dolmasını ve kirlenmiş havanın aynı yoldan dışarı atılmasını sağlayan burun, boğaz ve soluk borusu gibi solunum yollarından oluşur.
Bitkilerde Solunum
Bitkilerin solunumu da temel olarak insanın ve bütün gelişmiş hayvanların solunumuna benzer. Bu canlılarda da solunumun amacı oksijeni dokulara alıp, besin maddelerini yakarak gerekli enerjiyi sağladıktan sonra karbon dioksidi dışarı atmaktır. Ne var ki bitkiler, hayvanlardan farklı olarak, havanın oksijenini almadan ve dışarıya karbon dioksit vermeden de solunum yapabilirler. Bu ayrıcalığın nedeni bitkilerin fotosentez yeteneğidir. Bilindiği gibi bitkiler, havadan aldıkları karbon dioksit ile topraktan aldıkları suyu birleştirerek şeker ve nişasta gibi karbonhidratlar ile oksijene dönüştürürler. Fotosentez denen bu özümseme sürecinde oluşan yüksek enerjili besinler dokularda depolanırken oksijen dışarı atılır. Solunum ise fotosentezle tam ters yönde gelişen bir metabolizma olayıdır. Bu kez karbonhidratlar oksijenle birleşerek su ve karbon diokside parçalanır. Demek ki solunum tepkimelerinin son ürünleri fotosentezin ilk maddeleridir. Bu nedenle bitkiler, solunum artığı olan karbon dioksidin büyük bölümünü fotosentezde kullanırlar. Ama bu olay yalnız gündüzleri geçerlidir; çünkü ışık enerjisine bağımlı olan fotosentez karanlıkta gerçekleşmez. Gündüz solunumunda karbon dioksidin az bir bölümü dışarıya atıldığından, geçen yüzyıla kadar bitkilerin yalnızca geceleri solunum yaptığı sanılıyordu. Oysa hayvanlarda olduğu gibi bitkilerde de solunum gece ve gündüz hiç durmadan sürer. Üstelik, serbest oksijenin bulunmadığı ya da yeterince alınamadığı durumlarda bile bitkiler, fotosentez sonucunda açığa çıkan oksijeni kendi dokularından alarak havasız ortamda da bir süre solunumlarını sürdürebilirler. Yeşil bitkilerin zorunlu olmadıkça başvurmadıkları bu yöntem, bakteriler ve mantarlar gibi bitkilere yakın olan daha basit yapılı canlılarda olağan bir süreçtir.
Basit Hayvanlarda Solunum
Küçük ve basit yapılı hayvanlarda solunum organları olmadığı için, dış ortam ile canlı arasındaki gaz alışverişi doğrudan deri yoluyla yapılır. Örneğin, tekhücreli hayvanların en basit üyesi olan ve minicik bir pelte damlasını andıran amip suda yaşar. Suda çözünmüş olan oksijen incecik hücre zarından içeriye girerek, hücrenin gereken bölümlerine kendiliğinden ulaşır. Yanma sonucunda oluşan karbon dioksit de aynı yoldan dışarı atılır. Deri solunumu denen bu basit solunum biçimine süngerlerde, denizanalarında ve bazı solucan türlerinde de rastlanır.
Oysa daha büyük hayvanlarda, genellikle bu kadar ince olmayan deriden oksijen yeterince emilemez; emilse bile, büyük boyutlardaki gövdenin her yanma kendi kendine ulaşması olanaksızdır. Bu yüzden, oksijeni solunum organlarından alıp vücudun bütün hücrelerine taşıma görevini kan dediğimiz özel bir sıvı üstlenir. Örneğin yersolucanlarında, deri yoluyla alman oksijen kana karışarak bütün öbür hücrelere taşınır; hücrelerden alınan karbon dioksit de gene kan aracılığıyla deriye ulaştırılarak buradan dışarı atılır.
Böceklerin ve örümceklerin gövdesi ise oldukça sert ve sağlam bir kabukla örtülüdür. Bu koruyucu örtü tehlikelere ya da saldırılara karşı bir kalkan ödevi görür, ama ne yazık ki oksijenin deri yoluyla vücuda girmesini de engeller. Bu nedenle gövdelerinin her yanında, özellikle karın bölgesinde çok sayıda soluk deliği bulunur. Bu küçük deliklerden her biri trake denen bir soluk borusunun dışarıya açılan penceresidir. Bu borular gövdenin içinde dallanarak bütün dokulara uzanır. Böylece, deliklerden giren hava trakelerden geçerken, içindeki oksijen bu borunun duvarlarından emilerek dokulara alınır; karbon dioksit de ters yönü izleyerek dışarı atılır.
Balıklar, yumuşakçalar ve kabuklular gibi suda yaşayan hayvanlarda solungaç denen özel solunum organları bulunur. Balıkların solungaçları genellikle iki yay arasına gerilmiş saçak saçak ipliklerden ve kan damarlarından oluşan, sık dişli bir tarağı andırır. Bu bir çift organ hayvanın yutak boşluğuna yerleşmiş ve başın iki yanındaki solungaç kapaklarıyla dıştan gizlenmiştir. Balık suyu ağzıyla alır ve solungaçlarından geçirerek dışarı atar. Solungaçlardaki kan damarları, suda çözünmüş olan oksijeni emip kandaki karbon dioksidi suya verir. Böylece kan bütün vücuda pompalanırken, taşıdığı oksijeni de dokulara bırakır.
Kurbağalar ise hem deri, hem akciğer solunumu yapabilen ilginç hayvanlardır. Oksijenin deri yoluyla alınabilmesi için derinin sürekli nemli olması gerekir; bu yüzden kurbağalar daha çok su kıyılarında yaşarlar. Oysa akciğerleri de oldukça gelişmiştir. Soluk alırken çenelerinin altındaki kesecik balon gibi şişerek içindeki havayı akciğerlere gönderir; soluk verirken de bu kez akciğerlerden gelen hava keseye dolarak dışarı atılır.
Gelişmiş Hayvanlarda Solunum
Kuşların ve bütün memelilerin solunum sistemi insanınkiyle hemen hemen aynıdır. Hava genellikle burundan girer, boğazın üst bölümündeki yutaktan geçip soluk borusuna iner ve akciğerlere ulaşır. Havadaki oksijenin kana geçip, kandaki karbon dioksidin havaya geri verilmesi akciğerlerde gerçekleşir. Böylece, karbon dioksit yüklenmiş olan hava aynı yollardan geçerek dışarı atılır.
Soluk alırken akciğerlere dolan havada yaklaşık yüzde 20 oksijen ve çok düşük oranda karbon dioksit vardır. Verdiğimiz solukta ise oksijen oranı yüzde 16’ya düşmüş, buna karşılık karbon dioksit oranı yüzde 4’ü bulmuştur. Ayrıca, akciğerlerin nemli ortamından geçerken bol miktarda su buharı yüklenmiştir. Soğuk havalarda, soluğumuzdaki bu su buharı havayla karşılaştığı anda yoğunlaşarak minik su damlacıklarına dönüşür. Kışın soluk verirken ağzımızdan “buhar” çıkmasının nedeni budur.
Bütün bu solunum süreci, dış ve iç solunum olarak iki ayrı bölümde incelenebilir.
Dış Solunum
Dış solunum tam anlamıyla “soluma” dediğimiz olaydır ve iki aşamada gerçekleşir. Bu aşamalardan ilki soluk alma ya da havanın akciğerlere çekilmesi, öbürü de soluk verme ya da akciğerlerdeki havanın dışarı atılmasıdır.
Hem ağzımızdan, hem burnumuzdan soluk alabiliriz; ama burun bu iş için daha uygundur. Çünkü, burnun içini döşeyen zarın (mukozanın) hemen altındaki kan damarları içeri giren havanın ısınmasını sağlar. Burnun içindeki küçük salgıbezlerince üretilen ve bu zarı kaplayan sümüksü salgı da hem soluduğumuz havayı nemlendirir, hem de havayla birlikte giren mikropları tutar. Ayrıca burnun içinde, havaya karışmış ince toz ve kum parçacıklarını engelleyen ince kıllar vardır. Kısacası, burundan geçen hava ısınmış, nemlenmiş ve süzülmüş olarak akciğerlere ulaşacağından bu organların sağlığını tehlikeye atmaz.
Ağız, solunum sisteminin bir parçası olmadığı için, bütün bu görevleri yerine getiremez. Gene de, grip ya da soğuk algınlığı nedeniyle burnumuz tıkalı olduğu zaman ağzımızdan soluk almak zorunda kalırız. Uyurken ağızdan soluk alıp vermenin bir sakıncası da horlamadır; bu gürültülü ses, küçükdilin ve yumuşak damağın havayla titreşmesinden kaynaklanır.
İç Solunum
Burundan ya da ağızdan giren hava, boğazın hemen başlangıcındaki yutak denen bölüme gelir. Yutak, boyuna doğru inerken iki boruya ayrılır. Bunlardan biri akciğerlere giden soluk borusu, öbürü de mideye giden yemek borusüdur.
Yiyecekler de başlangıçta havayla aynı yolu izleyerek yutaktan geçtiği için, lokmaların yemek borusu yerine yanlışlıkla soluk borusuna kaçması boğulma tehlikesi yaratabilir. Bu nedenle, gırtlak kapağı (epiglot) denen küçük, kıkırdaksı bir doku parçası yutkunduğumuz zaman soluk borusunun üst ucunu örterek bu tehlikeyi önler. Burnunuzu kapatıp ağzınızdan soluk alırken yutkunmaya başlarsanız, soluk borunuzun tepesinin kapandığını ve yutkunduğunuz sürece solunumun bir iki saniye kadar kesintiye uğradığını hissedebilirsiniz.
Soluk borusunun üst bölümü, gırtlak denen önemli bir ses organıdır. Konuşmada önemli rol oynayan bu organ daha ileride ayrıntılı olarak anlatılacaktır.
Soluk borusu, boğazdan göğse doğru inen, kıkırdaktan yapılmış bir borudur. Üst üste eklenmiş C biçimindeki bu kıkırdak parçaları soluk borusunun hem sürekli açık kalmasını, hem de kolayca bükülmesini sağlar. Borunun içini döşeyen zar da toz parçacıklarını ve mikropları tutan özel bir sümüksü madde salgılar. Bu salgı, zarın üzerindeki incecik tüycüklerin hareketiyle yukarıya, gırtlağa doğru itilir ve öksürükle gırtlaktan atılıp yemek borusuna gönderilerek yutulur. Sesimizi netleştirmek için yaptığımız “boğaz temizleme” hareketinin amacı işte budur.
Soluk borusu, göğüs boşluğunun üst bölümünde bronş denen iki kola ayrılır. Bu kollardan biri sağ, öbürü sol akciğerlere girer. Burada yeniden birçok kez dallandığı için giderek incelir ve sonunda kıl kadar ince kanalcıklara (bronşçuklara) dönüşür. Bu kanalcıklar da alveol denen son derece küçük hava keseciklerine açılır. Akciğerlerin süngersi yapısını oluşturan işte bu hava kesecikleri, bronşçuklar, kan damarları ağı ve hepsini bir arada tutan bağdokudur.
Kalpten çıkan akciğer atardamarı da tıpkı soluk borusu gibi önce iki kola ayrılır. Bu kollardan her biri akciğerlerden birine girer ve kıl gibi incelinceye kadar dallanır. Ancak mikroskopla görülebilen bu kılcal damarlar akciğerdeki bütün alveollerin çevresini bir ağ gibi kuşatır. Bronşçuklardan gelip alveollerin içine dolan havanın oksijeni, bu keseciklerin son derece ince ve nemli olan zarını aşıp kılcal
damarlara geçer. Bu arada kandaki karbon dioksit de kılcal damarlardan alveollere geçerek bu keseciklerin içindeki havaya karışmıştır. Böylece oksijenlenen kan akciğer toplardamarları aracılığıyla kalbe dönüp buradan bütün vücuda pompalanırken, alveollerdeki hava da soluk verme sırasında ön ce bronşçuklara, sonra bronşlara ve soluk borusuna dolarak dışarı atılır.
Nasıl Soluk Alıp Veririz
Soluk alıp vermek , çeşitli kasların rol oynadığı mekanik bir olaydır. Ama bu olayda en büyük görev, akciğerlerin hemen altında kubbe biçiminde bir bölme oluşturan diyaframa düşer. Bu güçlü kas soluk aldığımız zaman kasılarak düzleşir v e akciğerlerin tabanlarını aşağıya doğru çeker. Böylece akciğerler soluk borusundan gelen havayı içine alır. Aynı anda göğüs kasları da kaburgaları yukarıya ve dışarıya doğru çektiğinden, göğüs kafesinin içinde daha çok genişleme olanağı bulan akciğerlerin hava emme kapasitesi artar.
Oysa olağan bir tempoyla soluk verirken bu kasların yardımına hiç gerek yoktur. Diyafram ve göğüs kasları gevşediği anda, süngersi ve esnek yapıları sayesinde hemen büzülen akciğerler normal boyutlarına döner. Böylece içeride sıkışan hava kendiliğinden dışarı çıkar.
Bebekler doğmadan önce annelerinin kanındaki oksijenden yararlandıkları için akciğerleri büzüşmüş, düzenli solunum hareketleri de başlamamıştır. Doğumdan hemen sonra ilk soluğunu alan bebeğin akciğerleri, içlerine dolan havayla açılıp genişler; bu arada kan dolaşımı da anneden bağımsız duruma geldiği için, bol miktarda kan oksijen yüklenmek üzere akciğerlere pompalanır.
Solunum, ölüm anma kadar aralıksız süren bir yaşam sürecidir. Nitekim solunumun durması bir ölüm belirtisi olarak kabul edilir. Oysa vücut oksijen almadan da bir iki dakika kadar yaşayabilir. Bu nedenle, suda boğulanlara ya da soluk borusu tıkandığı için solunumu duranlara uygulanacak yapay solunum, ölmek üzere olan kişinin yaşamını kurtarabilir. “Hayat öpücüğü” denen ağızdan ağza yapay solunumda, ilk yardımı yapan kişi kaza geçiren kişinin ağzına kendi soluğunu üfler. Gerçi akciğerlerden dışarı atılan bu havada ancak yüzde 16 oranında oksijen vardır, ama bu bile ölmek üzere olan kişinin kendi solunumu başlayıncaya kadar yaşamını sürdürmesine yeterli olur.
Alınan Oksijen Miktarı
Ortalama yaş ve kilodaki sağlıklı bir insan derin bir soluk aldığında her iki akciğerindeki havanın toplam hacmi 6.000 cm3’ü bulur. Soluk verildiğinde akciğerlerdeki havanın tümüyle boşaldığı sanılır. Oysa sakin ve rahat bir biçimde oturan, dinlenme halindeki bir insan akciğerlerine yaklaşık 500 cm3 hava alır ve soluk verdiğinde aynı hacimde havayı dışarı atar. Ama akciğerlerde gene de 3.000 cm3 kadar hava kalır. İnsan kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, akciğerlerinde kalan havayı 1.500 cm3’ün altına düşüremez.
Bir insanın derin bir soluk vererek dışarı atabileceği en fazla hava hacmi “yaşam kapasitesi” olarak adlandırılır ve spirometre denen bir aygıtla ölçülür. Çocukların yaşam kapasitesi genellikle 2.000 cm3 dolayında, yetişkinlerinki ise 3.000-4.000 cm3 kadardır. Bu değer erkeklerde kadınlardakinden biraz daha fazladır. Yaşam kapasitesinin ölçülmesi çeşitli akciğer ve solunum hastalıklarının tanısında doktorlara çok yardımcı olur.
Solunum Hızı
Yeni doğmuş bir bebek dakikada 60 kez soluk alıp verir. Daha büyük bebeklerde solunum ritmi dakikada 40’a, yetişkinlerde ise yaklaşık 15-20’ye düşer. Uykudayken vücuttaki bütün yaşam süreçleri yavaşladığı için hücrelerin oksijen gereksinimi de daha azdır. Bu nedenle uyuyan bir insanın soluk alıp verişi daha yavaş ve düzenli olmaya başlar.
Değişik türden hayvanların solunum hızı farklı olmakla birlikte, genel olarak küçük yapılı hayvanlar iri hayvanlardan daha sık solurlar. Örneğin, dinlenme halindeki bir fare dakikada 100-200, serçe 90, kedi 20-30, köpek 15-20, at ve fil ise 5-6 kez soluk alıp verir.
Vücut hareket halindeyken oksijen gereksinimi arttığı için, soluk alıp verme ritmi de buna bağlı olarak hızlanır. Örneğin yarışa katılan bir atlet koşunun başlangıcında daha derin soluk alır. Bir süre sonra solukları giderek sıklaşır ve burundan giren hava artık kendisine yetmediği için ağzından da soluk almaya başlar. Yarışın sonlarında iyice soluk soluğa kalmış ve dakikadaki solunum sayısı 30’a, hatta 40’a yükselmiştir.
Sporcular, karşılaşmaların ya da yarışların yapılacağı yeni bir mevsime hazırlanırken antrenmanlara başladıkları için vücutları giderek daha az oksijenle daha çok hareket yapmaya alışır. Bu nedenle, düzenli çalışan bir sporcuda soluk soluğa kalmak ya da soluk darlığı çekmek gibi sorunlara daha az rastlanır.
Buna benzer sorunlar dağcılar için de söz konusudur. Yaklaşık 1.500 metrenin üstündeki yükseltilerde havanın yoğunluğu ve oksijen oranı azaldığı için, böyle bir tırmanışta ağır ağır yürümek bile insanı soluksuz bırakabilir. Ama bu yükseklikte yaşayan ya da uzun süre kalan kişiler zamanla ortamın koşullarına uyum sağlayarak seyreltik havayla solunum yapmaya alışırlar. Örneğin daha çok oksijen yüklenip dokulara taşıyabilmek için kandaki alyuvarların sayısı artar.
Solunumda görev alan bütün organların ve bütün bu sürecin eşgüdümü, beyin sapındaki solunum merkezi’nin denetimindedir. B u merkez, kandaki oksijen ve karbon dioksit oranını sürekli olarak denetler. Karbon dioksit oranının artması çok daha ciddi bir tehlike yaratacağı için, böyle durumlarda solunum merkezi, birikmiş karbon dioksit akciğerlerden atılıncaya kadar diyaframı ve göğüs kaslarını her an uyararak çalışmalarını düzenler.
Genellikle soluk alıp vermek için düşünmemiz gerekmez; her şey solunum merkezinin denetiminde kendiliğinden olup biter. Ama istediğimiz anda, örneğin ıslık çalarken ya da balon şişirirken solunum ritmimizi değiştirebiliriz. Üstelik kısa bir süre, hatta bu konuda çalışarak deneyim kazandıktan sonra birkaç dakika kadar soluğumuzu tutabiliriz. Ama vücudun korunma mekanizması uzun süre soluksuz kalmamıza kesinlikle izin vermez. Ana babalar bazen katılıncaya kadar ağlayan bebeklerinin soluksuz kalıp boğulacağını sanarak kaygılanırlar. Oysa bir insan bütün iradesini zorlayarak morarıncaya kadar soluğunu tutsa bile boğulmaz; yalnızca bayılır ve hemen o anda solunum yeniden başlar.
Solunum ve Konuşma
Soluk alıp vermek, bu temel ve yaşamsal amacın ötesinde, konuşmaya da yardımcı olur.
Soluk borusunun üst bölümünde yer alan gırtlak insanın en önemli ses organıdır. İçi boş bir silindiri andıran bu organın ön duvarındaki küçük ve sert kıkırdak çıkıntısı, boynun önünde dıştan bile fark edilen “âdemelmasi'nı oluşturur. Ademelmasının hemen arkasında, soluk borusunun üst bölümünde karşılıklı olarak yerleşmiş iki tane doku kıvrımı vardır. Lastik şeritleri andıran bu kıvrımlara ses telleri denir. Akciğerlerden gelen hava ses tellerinin arasından geçer; ama normal konumdayken gevşek duran bu telleri titreştirmediği için, soluk alıp verirken gırtlıktan ses çıkmaz. Ses tellerini gererek titreşebilir duruma getiren boğazımızdaki kaslardır. Konuşmak ya da şarkı söylemek istediğimizde bu kaslar ses tellerini belirli aralıklarla gerip serbest bırakır; gerili durumdayken havanın çarpmasıyla değişik biçimlerde titreşen tellerin çıkardığı bu sesler konuşmanın tem el seslerini oluşturur.
Ses tellerinin çıkardığı sesler oldukça zayıf ve tekdüzedir. Bu seslerin “biçimlenmesi”nde ağız hareketlerine önemli görevler düşer. Bir aynanın önünde durup yavaş yavaş konuşursanız, değişik sesleri çıkarmak için dudakların, dilin, dişlerin ve yanakların nasıl değişik konumlar aldığını gözleyebilirsiniz. Örneğin yalnızca dudaklarınızın arasındaki açıklığı genişletip daraltmakla bile “aaaa” ya da “oooo” gibi iki ayrı sesi çıkarabilirsiniz.
Bunlardan başka, kafatasının içindeki hava dolu boşluklar (sinüsler) ve burun da konuşmaya
yardımcı olur. Burun boşluğundaki ve sinüslerdeki hava konuşma sırasında titreşerek hem sesin şiddetini artırır, hem de sese kendine özgü tınısını kazandırır. Parmaklarınızla iki yandan bastırarak burnunuzu kapatıp konuşursanız, sesiniz neredeyse tanınmayacak kadar değişik çıkar. Soğuk algınlığı nedeniyle burun ve sinüsler tıkalı olduğu zaman da aynı şey olur.
Solunum Sistemi Hastalıkları
Görevleri nedeniyle her an havadaki mikroplarla karşı karşıya olan solunum organlarının bazı bulaşıcı hastalıklara yakalanma olasılığı çok yüksektir. Kuşkusuz bu hastalıkların başında virüslerin yol açtığı soğuk algınlığı gelir. Solunum yollarına yerleşen virüslerin etkisiyle, burnun ve boğazın iç yüzeylerini kaplayan mukoza şişer ve her zamankinden çok sümük salgıladığı için burun tıkanır. Grip de soğuk
algınlığıyla hemen hemen aynı belirtileri verir, ama çok daha ağır ve sarsıcı bir hastalıktır. Yüksek ateş, halsizlik, öksürük, baş ve kas ağrılarıyla kendini gösteren şiddetli bir gribin tam anlamıyla geçmesi bazen haftalarca sürebilir.
Bazen solunum yollarını tutan mikropların sinüslere de bulaşmasıyla, bu boşlukların içini döşeyen mukoza iltihaplanarak şişer. Sinüzit denen bu hastalık genellikle bir soğuk algınlığından sonra başlar. Sümüksü salgı alında, yanaklarda, burnun üstünde ve arkasında bulunan sinüslerin içinde birikir. Sinüslerin bu koyu kıvamlı salgıyla dolarak tıkanması çok ağrı verici bir durumdur. Hastayı rahatlatmak için sümüksü salgıyı sulandıran ilaçlar kullanılarak sinüslerin boşalması sağlanır.
Boğazın gerisinde, yutak duvarına yerleşmiş olan bademciklerin iltihaplanması özellikle çocukluk çağında çok sık görülen bir solunum yolu hastalığıdır. Öbür solunum yollarının iltihaplanması da larenjit (gırtlak iltihabı) ve farenjit (yutak iltihabı) gibi hastalıklara yol açar. Bu hastalıkların hepsi genellikle bakterilerden ileri gelir ve boğaz ağrısı, ses kısıklığı, konuşma ve yutkunma güçlüğü gibi belirtiler verir.
Bronşit de akciğerlerdeki hava kanallarını tutan, genellikle mikrobik bir hastalıktır. Bronşların içini döşeyen mukoza iltihaplanıp şiştiği için bu hava kanalları daralır ve sümüksü salgıyla dolarak tıkanır. Bu da öksürüğe ve solunum güçlüğüne yol açar. Sigara alışkanlığı da inatçı öksürük nöbetlerinin, hatta bazen akciğer kanserinin başlıca sorumlusudur.
Astımda da akciğerlerdeki hava borucukları daraldığı için hasta soluk darlığından yakınır; ama bu hastalığın nedeni mikroplar değil, vücudun bazı maddelere karşı gösterdiği alerji tepkileridir.
Zatülcenp, akciğerlerin dış yüzünü saran zarın (plevranın) iltihaplanmasıdır ve soluk alıp verirken göğse bıçak gibi saplanan çok keskin bir ağrıyla tanınır. Çok değişik mikroplardan ileri gelen ve hastalık etkenine bağlı olarak değişik belirtiler veren zatürree ise, başka bir hastalığın varlığı sırasında ortaya çıkarsa öldürücü olabilir.
Solunum sisteminin en önemli hastalıklarından biri de veremdir. Bir zamanlar en yaygın ölüm nedenlerinden biri olan bu hastalık, bugün gelişmiş ülkelerde erken tanı koymak koşuluyla akciğerlere çok büyük zarar vermeden tedavi edilebiliyor. Ama yoksul ülkelerde hâlâ çok yaygın ve ölümcül bir hastalıktır.
Günlük Sorunlar
Vücut, olağan koşullarda solunum yollarını tıkayan küçük engellerle başa çıkabilir. Burun tıkalı olduğunda, akciğerlerden büyük bir basınçla gelen hava bu tıkanıklığı açmak için aksırık ya da hapşırık biçiminde burundan dışarı püskürtülür. Boğazda bir tıkanıklık söz konusu olduğunda da basınçlı hava bu kez öksürük biçiminde ağızdan dışarı çıkar.
Bazen çocukların soluk borusuna, hatta akciğerlerindeki hava borucuklarına yabana bir cisim kaçabilir. Özellikle küçük çocuklar, para, düğme, fıstık, bilye gibi sert ve küçük cisimleri ağızlarına götürme alışkanlığındadırlar. Eğer soluk borusuna kaçan cisim büyükse havanın geçişini engelleyerek boğulmaya neden olabilir. Yutulan cisim küçükse, soluk borusundan geçerek akciğerlere ineceği için bu organda iltihaplanmaya yol açabilir. Bu yüzden, solunum yollarına kaçan yabancı cisimlerin mutlaka çıkarılması gerekir. Cismin bulunduğu yer X ışınlarıyla (röntgenle) saptandıktan sonra, sonda denen ince, uzun ve esnek bir boru ağızdan sokularak akciğerlere kadar itilir. Bir ışık kaynağı eklenmiş olan bu borunun ucunda küçücük, pense gibi bir kıskaç vardır. Bronşları tıkayan yabancı cisim bu kıskaçla tutulur ve dokuları örselemeden yavaşça çekip çıkarılır.