Gökdelen
Çok katlı yüksek yapılar için ilk kez 1880’lerde, ABD’de gökdelen adı kullanılmıştır. Romalılar’ın da 15 katlı, merkezi ısıtmalı, büyük binalar yapmış oldukları bilinmektedir. Ne var ki, çağdaş gökdelenler, teknik gelişmelerin bir sonucu olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılmaya başlandı.
Büyük sanayi ve ticaret merkezleri durumuna gelen kentlerde var olan yerleşim yerleri yetersiz kalmaya başlayınca, küçük bir alanda çok sayıda insanın bir arada yaşamasını ve işlerini yürütmesini sağlayacak bir çözüm arandı. New York kenti gökdelen yapımında öncü oldu. Kentin kayalık tabanı, yumuşak toprak üzerinde çökme tehlikesi olan yüksek yapıların ağırlığını rahatlıkla taşıyabilecek durumdaydı.
19. yüzyılın ortalarında güvenli asansörlerin yapılmasıyla birlikte binalar yükseldi. Bu yıllarda 16 katlı bir taş binanın zemin kat duvarlarının, binanın ağırlığını taşıyabilmesi için en az 2 metre kalınlığında olması gerekiyordu. Bunun içinse yeni yapım yöntemleri ve gereçleri gerekliydi.
1851’de Londra’daki 1. Dünya Sergisi için yapılan demir ve camdan Kristal Saray ile 1889 Paris Sergisi için çelikten yapılan Eiffel Kulesi, bundan böyle bina yapımında değişik yöntemlerin ve gereçlerin kullanılabileceğini kanıtladı. Demirden çok daha hafif ve sağlam bir gereç olan çeliği ABD’li mimarlar yüksek binaların yapımında denemeye başladılar. Gökdelen, özellikle New York gibi kalabalık nüfuslu kentlerde nüfusun yaşama ve çalışma alanlarını çoğaltan bir çözüm oldu.
William Le Baron Jenney 1885’te Chicago’da yaptığı Home Insurance Company binasında ilk kez çelik yapı tekniğini kullandı. Günümüz gökdelenlerine göre yüksek sayılmayacak bu 10 katlı yapıda duvarlar çelik çerçevelerle desteklendi. Mimarlıkta devrim yaratan bu tekniği 1890’da Louis Sullivan, Missouri’deki Saint Louis kentinde, Wainwright binasının yapımında kullandı.
Mimarlar yıllarca, gökdelenlerin duvarlarını taş ya da tuğlayla örttüler. New York’ta 1913’te yapılan Woolworth binası ile Chicago’daki Tribüne Binası’nın bezemeleri ise Avrupa Gotik katedrallerine benzetildi. 1926-30 arasında New York’ta yapılan Chrysler Binası’nda bezeme olarak paslanmaz çelikten otomobil simgeleri kullanıldı.
20. yüzyılda mimarlar, binaların yapımında kullanılan gereçlerin yüzeylerini örtmek yerine, göstermeyi yeğlediler. Böylece gökdelenlerin dış yüzeylerinde paslanmaz çelik, cam, seramik ve plastik gibi gereçler görülmeye başlandı. Bu eğilimin 1945’ten sonra yaygınlaşması sonucu, artık yapıların dış yüzeylerinde cam, alüminyum, tunç, mermer gibi gereçler kullanılıyor.
Gökdelen yapımı bazı sorunları da birlikte getirdi. Normal genişlikteki bir yol üzerinde yapılan bir gökdelen, iş çıkışında sokağın aşırı derecede kalabalıklaşmasına neden olduğu gibi, geniş bir alan kaplayan gölgesi de o çevrede yaşayan insanların günün büyük bir bölümünü güneşten yoksun geçirmesine neden oluyordu. Yan yana yapılmış iki gökdelenin duvarları arasında otomobillerin egzoz gazlarının biriktiği tehlikeli bir koridor oluşuyordu. ABD’de, artan gökdelenlerin yaratmakta olduğu çevre ve sağlık sorunlarını önleyebilmek amacıyla 1930’da çıkarılan bölgesel yasalarla,'birbirlerinden yüksekliklerine göre belirlenecek uzaklıklarda olan daha alçak ve basamaklı gökdelenlerin yapılması sağlandı. Günümüzde gökdelenler açık bir alanda, o bölgede yaşayanların gereksinmeleri göz önünde tutularak planlanır.
1931’de yapılan New York’taki 102 katlı, 381 metre yüksekliğindeki Empire State Binası 1954’e kadar dünyanın en yüksek yapısı olma özelliğini korudu. Günümüzdeki en yüksek yapı Chicago’daki Sears Binası’dır.
Uzunca bir süre Londra gibi killi toprakların bulunduğu yerlerde yüksek binalar yapmak olanaklı değilken, günümüz yapı teknikleriyle her türlü toprakta gökdelen yapılabilmektedir. Gökdelenler bugün ABD’de ve başka ülkelerde yalnızca işyerleri olarak değil, aynı zamanda konut olarak da kullanılmaktadır.