Varoluşçuluk
Varoluşçuluk ya da Egzistansiyalism, insanın tüm evren içindeki yerini, bu evrenle ilişkisini ve iç dünyasını açıklamayı amaçlayan bir felsefe akımıdır. Bu felsefenin kökenleri ilkçağ düşünürlerine kadar uzanırsa da, Danimarkalı düşünür Soren Kierkegaard (1813- 1855) bu akımın öncüsü olarak kabul edilir. Özellikle 1930’lardan sonra yaygınlaşan Varoluşçuluk felsefesinin başlıca temsilcileri arasında Gabriel Marcel (1889-1973), Kari Jaspers (1883-1993), Martin Heidegger (1889- 1976) ve Jean-Paul Sartre (1905-1980) sayılabilir.
Varoluşçu felsefeye göre insan kendini arar, var olma nedenini anlamaya çalışır, ama sorularına kesin yanıtlar bulamaz. Böylece gelecekten kuşkuya düşer, kaygı duyar ve bunalıma sürüklenir.
Tanncı varoluşçulardan Kierkegaard çıkmazdan kurtulmasını tanrısal bir güce inanmaya bağlar. Öte yanda, Heidegger ve Sartre gibi tanrı tanımaz Varoluşçu düşünürler insan ve varoluş sorununa daha farklı bir biçimde yaklaşırlar. Buna göre, tüm varlıklar arasında bir tek insan önce var olur, sonra kendi özünü yaratır. Örneğin, bir koltuk önceden var olan bir koltuk düşüncesine göre yapılır. Lale soğanı sonunda lale çiçeğine dönüşür. Yani koltuğun da, lalenin de özleri kendileri var olmadan önce de vardır. Yalnız insan varoluşundan sonra özünü yaratır. Çünkü insan var olmadan önce tanımlanamaz. Ne olacağı, nasıl davranacağı bilinemez. Onun için, özellikle Sartre’a göre, insanın varoluşu özünden önce gelir; sonra insan kendi seçimiyle özünü yaratır. Nasıl bir insan olacağına, birçok seçenekler arasında tercihler yaparak karar verir. Yaşam içinde acı çekerek, mücadele ederek özünü oluşturur. İnsan tek başınadır ve dünyada kendisine yol gösterecek hiçbir şey yoktur. Ama insan özgürdür. Özgürlük her türlü değerin temelini oluşturur ve çeşitli olanaklar arasında seçim yapabilmeyi sağlar. İnsan özgür olarak yaptığı seçimlerle kendi özünü yaratır. Bu nedenle de yarattığı bu özden sorumludur. Bu sorumluluk yalnız kendine değil, tüm insanlara karşıdır.
İnsan yaptığı seçimlerle tüm insanlara da aynı biçimde davranmayı önermiş olur. Örneğin, belirli bir gazeteyi okumayı seçtiğinde, tüm insanlara da aynı gazeteyi önermeyi tasarlamıştır. Bu çok büyük bir sorumluluktur, çünkü insan seçtiği ya da seçmediği tüm seçeneklerden, hatta dünyada olup biten tüm olaylardan, bu olaylara taraf olsun ya da olmasın, şu ya da bu biçimde sorumludur. İnsan bu sorumluluk altında bunalır. İnsanın içindeki bunaltının nedeni de budur. Çoğu insan yaptıklarının yalnızca kendisini bağladığına, yalnızca kendine karşı sorumluluğu olduğuna inanmaya çalışır, ama bu bunaltıdan kurtulamaz. Çünkü sorumluluk ve bunaltı onun insan olmasından kaynaklanmaktadır.
Varoluşçu felsefede varoluş bireyseldir ve varoluş sorununu da içinde taşır. İnsan yaşamında, içlerinden birini seçebileceği birçok olanakla karşılaşırsa da, sonuçta bu seçimi koşullandıran ve sınırlandıran belirli bir tarihsel dönemde yaşamaktadır. Bu da, insanın varoluşu için belirli tehlikeler doğurabilir. Bu tehlikelerin başında, özünü yitirerek bir nesneye dönüşmesi ve kendine yabancılaşması gelir. Bazı Varoluşçu düşünürler, insanın başka insanlarla ilişkisinin yabancılaşmayı doğuracağını ileri sürerken, başkaları insanlar arasındaki iletişimin olumlu olabileceğini savunmuştur.
Varoluşçuluk başta edebiyat olmak üzere çeşitli kültürel alanları da etkiledi. Sartre oyunlarında ve romanlarında çağdaş Varoluşçuluk’u işledi. Albert Camus’nün, Franz Kafka’nın, Simone de Beauvoir’ın yapıtlarında Varoluşçuluk önemli bir tema olarak yer aldı. Albert Camus’nün özellikle Yabancı (l’Etranger; 1942) romanı ile Başkaldıran İnsan (l’Homme revolte; 1951) adlı denemesi ve Franz Kafka’nm Şato (Das Schloss; 1922) ile Dava (Der Prozess; 1924) adlı yapıtları Varoluşçuluk Akımı’nın edebiyat alanındaki başlıca örneklerindendir.