Nüfus
Nüfus, bir bölgede belirli bir tarihte yaşayan toplam insan sayısıdır. Bu bölge bir kent, köy, ülke, kıta ya da dünya gibi değişik büyüklüklerde olabilir. Nüfus genellikle insan sayısı olarak düşünülmektedir, ama bu insanların yaş, cinsiyet, eğitim ve meslekleri gibi bazı özellikleri de önemlidir.
Dünya nüfusu zaman içinde büyük artış göstermiştir. Geçmişle ilgili tahminlere göre, dünyada nüfus İS 1. yüzyıl dolaylarında yaklaşık 300 milyonken, 17. yüzyıl ortalarında yaklaşık 550 milyona ulaştı. 1850’de iki katma çıkarak 1,1 milyar olan dünya nüfusu, daha sonra iki katından fazla artarak 1950’de 2,4 milyarı geçti. O zamandan beri nüfus artışı daha da hızlanmıştır. Birleşmiş Milletler verilerine göre 1 Temmuz 1989’da dünya nüfusu 5 milyar 234 milyondu. 2000 yılında bu sayının 6 milyar 251 milyona ulaşacağı, 2025’te ise dünyada 8 milyar 467 milyon insan yaşayacağı tahmin edilmektedir. Geleceğe ilişkin bu tahminler, günümüzdeki nüfus artış hızı dikkate alınarak yapılmaktadır. Günümüzde her yıl yüzde 1,78’lik bir artış hızıyla dünya nüfusuna 93 milyon insan eklenmektedir. Ama dünyanın azgelişmiş bölgelerinde nüfusun yıllık artış hızı yüzde 2’nin üzerindeyken daha gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde l ’den azdır. Verilere göre, 1989’da dünya nüfusunun yüzde 77’si azgelişmiş ülkelerde yaşamaktaydı.
Nüfus genel olarak doğum ve ölüm sayılarıyla belirlenir. Ama bazen göçlerle bir bölgeye gelen ya da ayrılan insan sayısı da nüfus artışında önemli bir etken olabilir. Dünyada nüfusun olduğu gibi kalması, yani nüfus artışının durması için doğum ve ölümler arasında bir denge kurulması gerekir. Avrupa ve Kuzey Amerika’da nüfus neredeyse değişmemektedir. Bazı Avrupa ülkelerinde ise doğum sayısı o kadar düşüktür ki, nüfus azalmaktadır. Bu ülkelerde yaşlıların nüfus içindeki payı ölüm oranının düşüklüğü nedeniyle artarken, genç nüfus azalmaktadır. Azgelişmiş ülkelerde de ölüm oranında düşüş görülmekte, ama doğum oranı yeterince azalmadığı için 1950’lerden bu yana bu ülkelerin nüfusu hızla büyümektedir. Bu durumda gençlerin toplam nüfus içindeki payı artmakta ve çocuk doğurabilecek yaştaki (15- 45) kadın sayısının yüksekliği nüfusun hızlı artışında etkili olmaktadır.
Dünya genelinde ortalama ömür de uzamaktadır. Tıptaki gelişmeler ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaşmasıyla insanların yaşam süresi uzamıştır. Dünyada ortalama ömür 63 yıldır. Gelişmiş ülkelerde 73 yıl olan ortalama ömür, azgelişmiş ülkelerde 60 yıla düşmektedir. Ortalama yaşam süresinin 51 yıl olduğu Afrika, kıtalar arasında en düşük ortalamaya sahiptir.
Yılda yüzde 2,5’in üzerinde bir hızla artan nüfus yaklaşık 25 yılda iki katma çıkar. Hindistan (835 milyon), Endonezya (177 milyon), Brezilya (147 milyon) gibi çok kalabalık bazı ülkelerde yıllık nüfus artış hızı yüzde 2’den fazladır. Kenya, yıllık yüzde 4’ü aşan artış hızıyla dünyada en yüksek nüfus artışı görülen ülkelerden biridir. 1989’da nüfusu 1 milyar 104 milyona ulaşan Çin, 1970’lerde ve 1980’lerde uyguladığı doğum kontrol politikasıyla nüfus artış hızında önemli ölçüde bir azalma sağlanabileceğini göstermiştir. Evli çiftlerin yalnızca bir çocuk sahibi olmasını öngören hükümet kararı, Çin’de nüfus artış hızının yılda yaklaşık yüzde 1,2’ye düşmesini sağlamıştır. Ama 1985’ten sonra, bu ülke nüfusu da tahmin edilenden daha hızlı artmıştır.
Gelişmiş ülkelerde halkın büyük çoğunluğu kent ve kasabalarda yaşar. Kentsel nüfusun yoğun olduğu bölgeler arasında Batı Avrupa, ABD’nin doğusu ve California eyaleti sayılabilir. 1989’da dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 41 ’i kentsel alanlarda yaşıyordu. Azgelişmiş ülkelerde ise, halkın dörtte üçü nüfus yoğunluğu fazla olan kırsal alanlarda yaşar ve bu yüzden gıda üretimine elverişli toprak azdır. Örneğin, Nil vadisinde, Hindistan’da, Çin’de, Güneydoğu Asya’nın büyük ırmaklarının vadilerinde ve Endonezya’nın Cava Adası’nda böyle bir durum yaşanmaktadır. Bu bölgelerde kent nüfusları da hızla artmaktadır.
Doğal nüfus artışının, yani doğumların ölümlerden fazla olmasının yanı sıra, kırsal kesimde geçimlerini sağlayamayan insanların göçü de kentlerin hızla kalabalıklaşmasına yol açmaktadır. Günümüzde, örneğin Meksika’da Meksiko, Endonezya’da Cakarta ve Hindistan’da Kalküta gibi, dünyanın en kalabalık kentleri azgelişmiş ülkelerdedir. Azgelişmiş ülkelerin ekonomik koşulları kentlerin giderek artan nüfusuna iş ve konut sağlamada yetersiz kalmaktadır. Buralarda su sıkıntısı, kanalizasyon ve çevre kirliliği de önemli sorunlar arasındadır.
İnsanlar, nüfus fazlalığının yarattığı baskıdan daha farklı nedenlerle de göç ederler. 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başlarında, milyonlarca insan Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya göç etmiştir. Artık, kıtalar arasında böyle büyük boyutlu göçler yaşanmamaktadır. Bugün yoksul ülkelerden sanayileşmiş ülkelere olan işgücü göçünün yanı sıra doğal yıkımlar da göç nedeni olmaktadır. Günümüzün önemli olaylarından biri de beyin göçüdür. Yetenekli ve eğitilmiş insanlar, daha fazla para kazanmak amacıyla dünyanın farklı bölgelerine, özellikle azgelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere göç etmektedir. Ayrıca birçok kişi siyasal ve etnik baskılar nedeniyle, mülteci olarak başka ülkelere yerleşmektedir. 1940’larda Avrupa ve Hindistan’da mülteci göçleri büyük boyutlara ulaşmıştı. 1980’lerde dünyadaki mültecilerin büyük çoğunluğu Orta Amerika, Güneydoğu Asya ve Afrika’dadır.
Dünyada her bölgenin nüfusuyla ilgili sağlıklı veriler yoktur. Kimi bölgelerde göçler nedeniyle nüfusun saptanması oldukça zordur. Nüfusa ilişkin bilgi edinmenin en iyi yolu nüfus sayımıdır. Ayrıca doğum ve ölüm kayıtlarının düzgün tutulması da gereklidir. Nüfus sayımı ile elde edilen bilgiler her çeşit planlama için büyük önem taşır. Yiyecek, barınak, okul ve sağlıkla ilgili birçok sorunun çözümü bakımından insan sayısı ile nüfusun özellikleri ve hareketleri önem taşır.
Türkiye'de Nüfus
Bugün Türkiye’de yıllık nüfus artışı yüzde 2 gibi yüksek bir düzeydedir. 1927’de yapılan Cumhuriyet döneminin ilk genel nüfus sayımına göre Türkiye’nin nüfusu 13 milyon 648 binken, 1950’de 20 milyon 947 bine, 1985’te 50 milyon 664 bine ulaşmıştır. 1989’da ise ülkede 55 milyon 541 bin kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir.
Türkiye’nin nüfusu özellikle 1945-75 arasında hızla yükselmiştir. Doğurganlık oranındaki hızlı artış ölüm oranlarındaki düşüşle birleşince 30 yıllık dönemde ülke nüfusu yüzde 100’ün üzerinde artış göstermiştir. Bu artışın en önemli nedenlerinden biri bu dönemde Türkiye’nin hızlı bir gelişme sürecine girmesidir. Bir başka önemli neden de sağlık hizmetlerindeki gelişmeyle birlikte ölüm oranında görülen düşüştür. 1970’lerden sonra doğum oranlarında sürekli bir düşüş görülmekle birlikte, ölüm oranında da aynı düzeyde bir gerileme olduğundan nüfus artış hızı hemen hemen aynı kalmıştır. Nüfus artışının yüksekliği, genç nüfusun hızla büyümesine yol açmaktadır.
Türkiye’de nüfus yoğunluğu denize kıyısı olan bölgelerde iç bölgelere göre daha yüksektir.
Ayrıca, sanayinin gelişmiş olduğu yörelerde de nüfus yoğunluğunun arttığı görülmektedir. Örneğin, önemli bir sanayi merkezi olan İstanbul’da kilometre kareye düşen insan sayısı ülke ortalamasının 15 katma ulaşarak 1.023 kişiye çıkmaktadır.
Nüfus artış hızı tahminlerine göre Türkiye’nin nüfusu 1995’te 64 milyon 485 bine, 2000’de ise 73 milyon 29 bine ulaşacaktır.
Nüfus Kuramları
Nüfus büyüklüğü tarih boyunca toplumların yaşamında önemli bir rol oynamıştır. Örneğin, artan nüfusun beslenme sorunu, dünyanın yoksul ve kalabalık ülkelerini tehdit eden açlık, nüfusun toplumların zenginleşmesine ya da devletlerin gücüne olan katkısı ve ücret düzeylerinin belirlenmesinde nüfusun rolü gibi çeşitli konular tarih boyunca düşünürlerin ilgisini çekmiş ve bu konularda değişik kuramlar geliştirilmiştir. Nüfusun bilimsel olarak ele alınışı, toplam nüfus, nüfusun artış hızı ya da ölüm oranları üzerinde yapılan çalışmalar ilk olarak İngiltere’de 17. yüzyılda başlamış ve nüfusbilimin (demografi) doğuşunu hazırlamıştır.
Eskiçağlarda insan topluluklarının varlığını sürdürebilmesi nüfus artışının yüksek olmasına bağlıydı. Bu nedenle çok sayıda çocuk sahibi olmak özendirilir ve kısırlık aşağılanırdı. Bu düşünce dinsel gelenekler ve mitolojik metinlerde işlenirdi.
Eski Yunanlı filozof Platon, Cumhuriyet adlı yapıtında kentlerin nüfusunun 5.040 yurttaşla sınırlandırılmasını ve bu sınırın doğum kontrolüyle denetlenmesini önermişti. Eski Roma’da ise nüfus artışı özendirilmiş, evlilik ve doğurganlık ödüllendirilmişti.
14. yüzyılda Asya’dan gelerek Avrupa’yı saran veba salgını 25 milyon kişinin ölümüne neden oldu. Kara Ölüm olarak adlandırılan bu salgın Avrupa nüfusunda önemli bir azalmaya yol açınca, bu dönemin ekonomik ve toplumsal yapısına damgasını vuran serflik kurumu ve feodalizm de sarsılmıştır. Feodal beyler serflerin ölümüyle boş kalan topraklarını ekebilmek için çalışanlara ücret ödemek zorunda kaldılar. Böylece, tarımda feodal yapıya tümüyle aykırı düşen ücretli emek ortaya çıktı. Bu olgu Avrupa’da feodalizmin yıkılışını ve kapitalizme geçişi hızlandıran önemli etkenlerden biridir.
16.-18. yüzyıllar arasında Avrupa’nın birçok ülkesinde egemen olan ve devletin gücüyle zenginliğini ticaret yoluyla artırmayı hedefleyen merkantilizm döneminde, nüfus artışına büyük önem verildi. Merkantilistler ve dönemin mutlak kralları nüfusu devletin zenginlik kaynaklarından biri olarak gördüler. Nüfus ne kadar fazlaysa ülke de o ölçüde zengindi. Kalabalık bir ülke daha fazla işgücü, daha büyük bir pazar ve daha güçlü bir ordu demekti. Ayrıca, işgücünün bolluğu ücretlerin yükselmesini önler, bu da yöneticilerin daha da zenginleşmesini sağlardı.
18. yüzyılda gelişen kapitalizmle birlikte nüfusa ilişkin görüşler de farklılaşmaya başladı. Sanayi Devrimi’nin sonucu olarak işgücünün yerini makinelerin almasıyla çalışan kesimler arasında işsizlik arttı, yoksulluk ve sefalet yaygınlaştı. Bu yüzyılda işsizlik ve yoksulluğun nüfus fazlalığından ileri geldiği düşünülmeye başladı. François Quesnay gibi düşünürler, nüfus artışının genel bir yoksullaşmaya neden olacak boyutlara ulaşmaması gerektiğini savundular. Zenginliğin asıl kaynağını toprak olarak gören bu düşünürler, nüfus artışının zenginleşmeye neden olamayacağını ileri sürdüler.
18. yüzyılın sonunda Thomas Robert Malthus ünlü nüfus kuramını geliştirdi. Malthus’a
göre, nüfus yiyecek maddeleri üretiminden daha hızla artmaktaydı. Eğer bu hızlı artış düşürülmezse, dünya bir süre sonra üzerinde yaşayanları besleyemez olacaktı. Ama nüfus, kendiliğinden ortaya çıkan ve Malthus’un olumlu olarak nitelediği kıtlık, salgın hastalıklar ve savaşlar gibi bazı gelişmelerle denetleniyordu. Ayrıca toplumda evliliklerin azaltılmasını ve geç evlenmeyi öneren Malthus, ahlaksal gerekçeyle doğum kontrolüne karşı çıktı.
Kari Marx ise Malthus’u eleştirerek, iyi örgütlenmiş bir toplumda nüfus fazlalığının sorun olmayacağını, işsizlik ve yoksulluğun temel nedeninin kapitalizmin işleyiş biçimi olduğunu söyledi. Marx, üretimi yapanların yarattıkları değerin bir bölümüne kapitalistlerin el koyduğunu, böylece yoksulluğun bu sistemin bir ürünü olduğunu ileri sürdü. Ayrıca Marx’a göre, işsizlik de kapitalist sistemin düzgün işleyebilmesi için gerekliydi. Çünkü, “işsizler ordusu”nun varlığı ücretlerin yükselmesine engel oluyor ve kapitalistler düşük ücretli işçi çalıştırarak daha fazla kâr elde edebiliyorlardı. Toplumsal sistemin değiştirilerek sosyalizmin kurulmasıyla işsizlik sorunu ortadan kalkacak ve yaratılan değerler gene onu yaratanlara geri dönecek ve fazla nüfus sorun olmaktan çıkacaktı.
I. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde, Avrupa’da doğurganlık oranında görülen azalmayı sanayileşmeye, kentleşmeye, eğitim düzeyindeki yükselmeye ve bebek ölümlerindeki düşmeye bağlayan yeni bir kuram ortaya çıktı. Bu kuramı savunanlar, azgelişmiş ülkelerde görülen hızlı nüfus artışının bu ülkeler sanayileştikçe düşeceğini ve dengeleneceğini ileri sürdüler.
Bu görüşe göre, bir ülkedeki doğurganlık oranı o ülkenin kültürel yapısı ve ekonomik gereksinmeleriyle de doğrudan ilgilidir. Tarımsal üretimin ağırlıklı olduğu ülkelerde, çocuk sayısının fazla olması, çocukların ailenin işgücüne yaptığı katkı nedeniyle istenmektedir. Öbür yandan, hızlı nüfus artışının bu ülkelerin gelişmesine engel olduğu, kaynakları tüketerek sanayileşmeyi önlediği de ileri sürülmektedir. Bu görüşte olanlar azgelişmiş ülkelerde sıkı bir doğum kontrolünü önermektedir. Karşı görüştekiler ise, dünyada kaynakların büyük oranda sanayileşmiş ülkelerce tüketildiğini, doğal kaynaklardan da en çok sanayileşmiş ülkelerin yararlandığını ileri sürmektedir. Buna göre, dünyada nüfus artışının yarattığı sorunların çözümü için ülkelerin dengeli kalkınmalarının sağlanması gereklidir.
1974’te Birleşmiş Milletler’ce düzenlenen nüfus konferansında yayımlanan ortak bildiride bu farklı görüşler dengelenmiş ve ülkelerin kalkınmasında nüfusun önemi vurgulanmıştır. Bildiride doğum kontrolünün gerekliliği üzerinde durulmuş, ama bu önlemin yeterli olmadığı, toplumların nüfusla ilgili sorunlarının çözümünde toplumsal refahın yükseltilmesinin de gerektiği belirtilmiştir.