Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Sosyalizm

  • Okunma : 413

Sosyalizm, en genel anlamıyla, toplum çıkarlarını birey çıkarlarına üstün tutan, toprakta, üretim araçları mülkiyetinde ve gelir dağılımında kamu denetimini öngören bir toplumsal örgütlenme biçimidir. Dünyada farklı sosyalizm anlayışları ve uygulamaları vardır. Ama temelde tüm çağdaş sosyalizm anlayışları, kapitalist toplum ve ekonominin örgütlenme biçiminin insanın gerçek refah ve mutluluğunu sağlayamayacağı düşüncesinden yola çıkar. Sosyalizm, kapitalist toplumda üretim araçları ile toprak üzerinde var olan sınırsız mülkiyet hakkına ve bu sistemin işleyiş biçiminin yarattığı adil olmayan gelir dağılımına karşı, ortak ya da toplumsal mülkiyeti, üretim ve gelir dağılımında toplumun denetimini savunur. Toplumsal denetimin hangi düzeyde gerçekleşeceğine ilişkin farklı düşünceler, farklı sosyalizm anlayışlarını doğurmuştur. Bir sosyalizm anlayışı, üretim araçlarının üzerinde sıkı bir devlet denetimine ya da işletmelerde üretimin en ayrıntılı biçimde planlanmasına yönelebilir. Bir başka anlayış ise, yalnızca büyük kuruluşların (bankalar, büyük enerji tesisleri gibi) kamulaştırılmasını ya da ekonominin gevşek bir planlamayla yönlendirilmesini savunabilir.

Sosyalizmin Gelişimi

Çok eski dönemlerden beri, içinde yaşadıkları toplum düzeninden rahatsızlık duyan birçok kişi, zenginlikleri daha adil bir biçimde paylaştıracak ve insanlar arasında eşitliği sağlayacak toplumsal değişikliklerin gerekli olduğunu savunmuştur. Bunlar genellikle, gelecekte, zengin-yoksul, yöneten yönetilen ayrımlarının olmadığı ideal bir toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiğini ayrıntılı bir biçimde açıklamışlardır. İlkçağlarda, Eski Yunan düşünürü Platon, Devlet adlı yapıtında tüm zenginliklerin paylaşıldığı ideal bir toplum modeli kurmuştur. Sosyalist düşünce tarih boyunca, gerek kitaplarda, gerek yaşamlarını belirledikleri sosyalist ilkelere göre sürdürmeye çalışan deneysel topluluklar içinde var oldu. Sir Thomas More 1516’da yazdığı Utopia adlı yapıtında gene düşsel bir toplumdaki ideal yaşamdan söz ediyordu. Sosyalist düşünceler Fransız Devrimi sırasında da tartışıldı. Ama Çağdaş sosyalizm gerçek anlamıyla Sanayi Devrimi’nden sonra, kapitalizmin hızla geliştiği 19. yüzyılda ortaya çıktı. Gelişen kapitalizmin yarattığı işçi sınıfı, çoğalan fabrikalar ve artan üretimle birlikte giderek büyüdü. Yeni kurulan fabrikalarda üretimi gerçekleştiren bu sınıf, kapitalistlerin en fazla kârı elde etme ilkesi uğruna, ancak yaşamını sürdürebileceği bir ücret karşılığında, günde 14-16 saat çalıştırıldı. Kırsal bölgelerden kentlere göçle daha da büyüyen bir “işsizler ordusu” ortaya çıktı. İşçilerin ve çalışacak iş bulamayan işsizlerin içinde bulundukları koşullar “insanca yaşama'ya olanak vermiyordu. Beslenmeleri çok kötü, sağlık ve eğitim olanakları hemen hiç yoktu. Çoğu oy hakkından yoksundu ve ülke yönetimine herhangi bir biçimde katılamıyorlardı.

    19. yüzyılda bu yoksulluğa ve sefalete kapitalist sistemin işleyiş kurallarının neden olduğunu ileri süren bazı düşünürler, toplumun farklı bir biçimde örgütlenmesi gerektiğini savundular. Fransa’da Claude de Saint-Simon ve Charles Fourier, İngiltere’de ise Robert Owen çağdaş sosyalizmin kurucularındandır. Düşünceleri, daha sonra “bilimsel sosyalizm” ya da Marksizm’e kaynaklık etmiştir. Bu düşünürler daha eşitlikçi ve adil olan, insanların kendilerini geliştirerek yeteneklerini en iyi biçimde değerlendireceklerine inandıkları toplum biçimlerini ayrıntılarıyla tasarladılar. Robert Owen, kapitalizmin sınırsız rekabet ortamına karşı çıkan, kooperatifleşmeyi savunan, eğitime önem veren düşünceleriyle; Saint-Simon ve Fourier ise insanca yaşamaya verdikleri değer, planlı bir ekonomik büyüme ve devletin ortadan kalktığı sınıfsız bir toplum yaratma istekleriyle daha sonraki sosyalist düşünürleri etkilediler.

    Gene 19. yüzyılın ortalarında, Fransa’da kapitalizmin yerini kooperatiflerin alması gerektiğini savunan Louis-Auguste Blanqui, düşüncelerine “komünizm” adını verdi. Louis Blanc özerk, işçilerin kendi kendilerini yönettikleri ulusal atölyeler kurulmasından yanaydı. Pierre-Joseph Proudhon özel mülkiyete kesinlikle karşı çıkarak, sömürü düzeninin yerini insanca ilişkilerin alacağı bir toplum önerdi.

    Bütün bu düşünceler sosyalizmin Avrupa’da giderek yaygınlaşmasına yol açtı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Kari Marx ve Friedrich Engels sosyalizmi düşünürlerin özlemlerinden bağımsız, tarihsel sürecin bir sonucu olarak değerlendirdiler. Marx, köleci, feodal ve kapitalist olarak adlandırdığı sınıflı toplumların gelişim çizgilerini, bu toplum biçimlerindeki sömürü mekanizmalarını inceledi ve toplumların genel gelişme yasalarını ortaya koydu. Bu yasalar çerçevesinde kapitalizmin içinden doğan işçi sınıfının, sömürü mekanizmasını sona erdirmek için vereceği mücadeleyle kapitalizmi yıkarak komünist bir sistem kurmasının kaçınılmaz olduğunu söyledi.

    Marx’a göre kapitalist sistemde iki temel sınıf olan burjuvazi ve işçi sınıfı arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Bu sistemde üretim araçları mülkiyetine sahip olan burjuvazi ile üretimi sürdüren işçi sınıfı arasındaki bu çelişki, üretim araçları mülkiyetini toplumsallaştıracak ve üretimi planlayarak yürütecek olan işçi sınıfının iktidara gelmesiyle sonuçlanacaktır. İşçi sınıfının iktidarda olduğu belirli bir sürenin sonunda, sınıfların ve devletin yok olduğu komünist toplum kurulacaktır. Kapitalizmin
ayrıntılı bir çözümlemesini yapan ve toplumsal gelişmenin yasalarını ortaya koyan Marx ve Engels, kendilerinden önceki sosyalistleri “ütopyacı sosyalistler” olarak nitelediler ve kurdukları düşünce sistemine “bilimsel sosyalizm” adını verdiler.

Avrupa'da Sosyalizm

Avrupa’da ortaya çıkan çeşitli sosyalist akımların içindeki insanlar, 1864’te Londra’da düzenledikleri bir toplantıda Uluslararası Emekçiler Birliği’ni yani I. Enternasyonal’i kurdular. Bu birlik içinde Marksizm önemli bir ağırlığa sahipti. I. Enternasyonal’den sonra sosyalist akımlar tüm Avrupa’da giderek yaygınlaştı ve Avrupa işçi hareketiyle birleşerek önemli bir siyasal güç oldu.

    1869’da Marx’ın izleyicileri Almanya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni (daha sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi) kurdular. 1877’de Almanya’da 500 bin oy alan sosyalistler, parlamentoya temsilcilerini soktular. Ama parti üyeleri arasında, sosyalizmin kurulma yöntemi ve Marx’ın öğretisinin yeniden gözden geçirilmesi konusunda görüş ayrılıkları baş gösterdi.

    Fransa’da Marksist bir sosyalist parti olan İşçi Partisi’nin yanı sıra, Blanqui ve Proudhon gibi daha önceki sosyalist düşünürlerin izleyicilerince kurulmuş partiler de vardı. 1905’te bu akımlar tek partide birleşti, ama aralarındaki görüş ayrılıkları sürdü. Hızla güçlenen sosyalistlerin 1914’te parlamentoda 100’den çok üyesi vardı.

    İngiltere’de ise Marksizm işçi hareketi içinde fazla güçlenemedi. 1880’lerde Sidney ve Beatrice Webb, George Bernard Shaw gibi gençlerin kurduğu, ılımlı ve evrimci bir sosyalizmi savunan Fabian Derneği çok daha etkili oldu.

    Farklı sosyalist akımların varlığına karşın, 19. yüzyılın sonları İngiltere dışında kalan ülkelerde Marx’ın çizgisini izleyen sosyal demokrat partilerin hızla yayıldığı bir dönem oldu. Danimarka’da 1870’te, Belçika’da 1885’te, Norveç’te 1887’de, Avusturya’da 1888’de, İsveç’te 1889’da, Hollanda’da 1894’te sosyal demokrat ya da işçi partisi adıyla Marksist partiler kuruldu ve siyasal yaşamda önem kazandı. İtalya’da 1892’de kurulan Sosyalist Parti, 1914’te Avrupa’nın en güçlü sosyalist partisi durumundaydı.

    I. Enternasyonal’in kurulmasıyla güçlenen sosyalist hareket, her ülkenin farklı toplumsal ve siyasal koşulları nedeniyle tek merkezden yönetilemez duruma geldi ve I. Enternasyonal 1876’da dağıldı. Sosyalist partilerin çoğu kendi ülkelerinde parlamentoya temsilci sokarak ülkenin siyasal yaşamına daha fazla girdikçe, Marx’m devrimci çizgisini yavaş yavaş terk ettiler. Sosyalizmin barışçı ve parlamenter yoldan kurulabileceği düşüncesi ağır basmaya başladı. Bu koşullarda toplanan II. Enternasyonal (1889) birleşik ve aynı amacı güden bir örgüt olmaktan çok, ayrı düşünceleri savunan üyelerin bir araya geldiği gevşek bir birlik görünümündeydi. Alman sosyalistlerinin daha etkin olduğu II. Enternasyonal I. Dünya Savaşı öncesinde, savaş karşıtı bildiriler yayımladı, ama savaş başladığında üye partilerin çoğu kendi hükümetlerinin yanında yer aldı. Rusya ise bu gelişmenin dışında kaldı.

Rusya'da Sosyalizm

Rusya’da 19. yüzyılda koşullar Avrupa’dan farklıydı. Sanayi gelişimi daha yavaş olan, serflik kurumunun varlığını koruduğu Rusya’da, işçi sınıfı henüz yeterince güçlü değildi. Bu nedenle ilk başlarda sol hareket daha çok köylülere yöneldi. Rusya’da sosyalizmin kapitalizm aşaması atlanarak
kurulabileceğini düşünen Narodnikler, kırsal alanlara giderek köylüleri örgütlemeye çalıştılar. Bunlardan bir bölümü köylüleri ayaklandırmayı başaramayınca, devleti zayıflatmak ve reform yapmaya zorlamak amacıyla şiddet eylemlerine yöneldiler ve 1881’de düzenledikleri bir suikast sonunda Çar II. Aleksandr’ı öldürdüler.

    Rusya’da ilk Marksist örgüt, Georgi Plehanov’un kurduğu Emeğin Kurtuluşu oldu. Narodnikler’i eleştiren Plehanov, sosyalist hareketin giderek gelişen işçi sınıfına dayanması gerektiğini savundu. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi 1898’de Minsk’te toplanan I. Kongre’de kuruldu, ama delegelerin çoğu kongreden sonra tutuklandığı için gerçek bir parti oluşu 1903’te Londra’da gerçekleşti. Bu kongrede, daha sonra Ekim Devrimi’nin önderi olan Vladimir İlyiç Lenin’in sosyalist devrimi gerçekleştirecek partinin sıkı disiplinli ve merkezi bir yapıda olması gerekliliği düşüncesi parti içinde Bolşevikler (çoğunluk) ve Menşevikler (azınlık) olarak iki grubun doğmasına yol açtı. Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler ile daha kitlesel ve gevşek bir parti örgütünü savunan Menşevikler arasındaki görüş ayrılıkları 1912’de partinin ikiye bölünmesine yol açtı.

    1917’de gerçekleştirilen Şubat Devrimi ve ardından Bolşevikler’in önderliğinde yapılan Ekim Devrimi ile Rusya’da dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu.

III. Enternasyonal ve Savaş Sonrası

II. Enternasyonal, I. Dünya Savaşı öncesinde her ülkenin sosyalist partisinin kendi hükümetini desteklemesiyle dağılmıştı. Lenin devrimden sonra, 1919’da, sosyalist partileri bir araya getirmek amacıyla Moskova’da III. Enternasyonal’i (Komintern) topladı. Bu dönemde Avrupa’da yaşanan olaylar Rusya dışındaki ülkelerde de devrimlerin gündeme gelebileceğini gösteriyordu. III. Enternasyonal’e katılan ve Moskova’nın çizgisini izleyen partilerin bir bölümü, Rus Komünist Partisi’nin (Bolşevikler) ardından komünist parti adını benimsedi. Genelde Rus Komünist Partisi’nin önderliğini kabul eden bu partiler, SSCB’yi de dünya devriminin merkezi olarak gördüler. Oysa 1920’lerin ortalarına doğru Avrupa’da olaylar durulmuştu. Bazı sosyalist partiler SSCB’nin çizgisine karşı çıkarak Enternasyonalden ayrıldı. Sosyalistler komünistleri diktatörlükle ve demokrasi geleneğini yıkmakla suçlarken, komünistler de sosyalistleri I. Dünya Savaşı’ndan bu yana kapitalizmin hizmetinde olmakla suçladılar. Böylece Avrupa’da sosyalist hareket ikiye bölündü.

    II. Dünya Savaşı sırasında sosyalistler ve komünistler birbirleriyle dayanışma içine girdilerse de, savaşı izleyen dönemde bu ayrışma daha da belirginleşti. Savaş sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde SSCB denetiminde ve genellikle komünist partilerin yönetimde olduğu “halk cumhuriyetleri” kuruldu. Bu ülkelerdeki partiler Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin önderliğini kabul etti. Batı Avrupa ülkeleri ise NATO’nun kuruluşuyla ABD’nin etki alanına girdi. Dünya üzerindeki ABD-SSCB kamplaşmasıyla birlikte sosyalist-komünist bölünmesi de kesinlik kazandı.

    Bu arada Çin’de II. Dünya Savaşı’nı izleyen iç savaş sonucunda Mao Çe-Tung önderliğinde gerçekleşen halk devrimi, dünya sosyalist hareketi bakımından bir başka dönüm noktası oldu. Gerek 1917 Ekim Devrimi, gerek 1949 Çin Devrimi, ilk Marksistler’in sosyalist devrimin önce sanayileşmiş ülkelerde ortaya çıkacağı düşünceleriyle bağdaşmıyordu. Ayrıca, 1950’lerden sonra batılı ülkelerin sömürgeleri olan azgelişmiş ülkelerde görülen ulusal bağımsızlık savaşlarının bazıları sosyalist eğilimli aydınlarca yönetiliyordu. Bu önderlerin “sosyalizm” olarak adlandırdıkları düşünce ve uygulamalar Avrupa’da gelişen sosyalizm anlayışından oldukça farklıydı. Bunların çoğu, Doğu Avrupa ülkelerinde hızlı sanayileşmeyi sağlayan, devlet denetiminde ve merkezi planlamaya dayalı ekonomik gelişmeyi örnek aldı.Böylece bu ülkelerde “sosyalizm” , bazen tek partili bir yönetimin uyguladığı sanayileşme politikalarına dönüştü.

    Avrupa’da ise 1950’lerden sonra sosyalist partiler kapitalist sistem içinde çözüm arayarak, devletin ekonomiye, daha çok yön gösterici yumuşak bir planlamayla müdahale etmesi görüşünü benimsedi. Bu partiler, demokratikleşmeye ağırlık vererek, zaman zaman sosyalist olmayan partilerle yönetimi paylaşan kitle örgütleri durumuna geldi. Avrupa’daki komünist partiler de yavaş yavaş SSCB’nin uyguladığı siyasetten bağımsızlaştı, içinde bulundukları ülkenin koşullarında demokratik yoldan iktidara gelmeyi hedefleyerek devletleştirme ve dış politika konularında daha ılımlı bir yol izledi.

    1985’te SSCB’de Mihail Gorbaçov’un yönetime gelmesiyle dünya sosyalizmi farklı bir döneme girdi. Siyasette demokratikleşmeyi ve açıklığı, ekonomide merkezi planlamadan piyasa ekonomisine geçişi öneren Gorbaçov, uluslararası düzeyde de Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden SSCB denetimini kaldırdı. Bunu izleyen dönemde bazı Doğu Avrupa ülkelerindeki komünist parti yönetimleri iktidardan uzaklaştı. Komünist partiler adlarını sosyalist ya da sosyal demokrat olarak değiştirdi. Yapılan çok partili seçimlerde başka partilerle koalisyonlar kuran eski komünist partiler, kendi içlerinde de daha demokratik işleyiş mekanizmalarına yöneldi. Bu gelişmeler, dünyada sosyalizmkomünizm farklılaşmasını bir ölçüde giderirken, sosyalizm üzerine yeni tartışmaları başlattı.