Bilgi Diyarı

Aşağıdaki Kutu ile Sonsuz Bilgi Diyarı'nda İstediğinizi Arayabilirsiniz...

Tarih

  • Okunma : 357

İnsanlığın geçmişini inceleyen bilime tarih, bu bilimle ilgili araştırmalar yapan kişilere de tarihçi adı verilir. Tarihçiler genellikle geçmişteki olayları anlatmakla yetinmez, bu olayların ardında yatan nedenleri de açıklar. Böylece tarih geçmişin hem tanımlanması, hem de yorumlanması sayılabilir. Tarih öğrenerek, eskiden yaşamış insanların bilgi ve deneyimlerini günümüze aktarmış oluruz.

    Bugün yazılı olmayan bir tarih düşünmek oldukça zordur; oysa insanlar uygarlığa eriştikten çok sonra geçmişlerini yazmaya başladılar. En eski çağlarda, toplumlardaki önemli kişilerin ve yaptıkları işlerin öyküleri kuşaktan kuşağa anlatılarak aktarılırdı. Sözlü anlatım da, öyküler anlatanların ağzında değişir ve anlatım küçük değişikliklerle kuşaklar boyunca sürdüğü için giderek öykü de değişirdi. Böylece, anlatılanların ne kadarının gerçek, ne kadarının sonradan eklenmiş olduğunu kestirmek güçleşirdi. Bu tür öykülerde gerçek ile düş genellikle birbirine karışmıştır. Öykünün baş kişileri abartılmış ve yüceltilmiştir. Günümüz dünyasında, okur yazar olmayan kabilelerde yaşlılar, atalarının yaşadıkları olayları gençlere sözlü olarak aktarırlar.

    Eski çağda, yazının bulunmasından sonra geçmişe ilişkin öyküler yazıya geçirildi. Bunun en iyi örneklerinden biri de Kutsal Kitap’ın Eski Ahit bölümünün ilk beş kitabını kapsayan Tora’dır (Tevrat). İÖ 9.-6. yüzyıllar arasında bir araya getirilerek yazılmış metinlerden oluşan bu dinsel öykülerin, yazıya dökülmeden önce yüzyıllarca sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığı sanılmaktadır.

İlk Tarihçiler

Yalnızca olayları aktarmakla yetinmeyerek, oluş nedenlerini de açıklamaya çalışan ilk tarih kitabını, yaklaşık İÖ 430’da ölen Eski Yunanlı Herodot yazdı. Bu nedenle “tarihin babası” olarak anılan Herodot, İÖ 5. yüzyılda Persler ile Yunanlılar arasındaki savaşın nedenlerini ortaya çıkarmak istedi. Bu savaşa ilişkin olarak elde edebileceği tüm bilgileri toplamak üzere birçok yeri dolaştı ve çok sayıda insanla konuştu. Herodot kusursuz ve güvenilir bir tarihçi olmamakla birlikte, başarılı bir yazardı. Açık ve canlı bir biçimde yazdığı kitabı o dönemdeki yaşamın yetkin bir anlatımıdır.

    Aynı yıllarda gene Eski Yunan’da yaşamış olan Thukydides, Atina ile Sparta arasında yapılan ünlü Peloponnesos Savaşı’nı kaleme aldı. Thukydides savaş başlar başlamaz kitabını yazmaya koyulmuştu ve olaylar geliştikçe yorumlarını da yapıyordu. Çarpışmalara katılan ve önderleri yakından tanıyan Thukydides kolaylıkla doğru bilgilere ulaşabiliyordu. Doğru yazmaya özen gösterdiği için, kitabı çok değerli bilgiler içermektedir. Thukydides'in öyküsünü kaldığı yerden sürdüren Ksenophon çok başarılı bir yazar değildi, ama zamanının çoğunu asker olarak geçirdiği için orduya ilişkin olayları anlatışı oldukça ilginçtir.

    Romalılar çok eski dönemlerden beri olayların resmi kayıtlarını tuttular. Ama bu kayıtlarda olaylar kısaca sıralanırdı. Tutulan kayıtlardaki bilgilerden yararlanarak Roma halkının tarihini ilk yazan kişi İÖ 59’da doğan Titus Livius’tur. Livius kitabında, Roma İm­paratorluğu’nun, başlangıcından İÖ 9’a kadar olan yaklaşık 750 yıllık tarihini konu aldı. Livius’tan kısa bir süre sonra yaşayan bir başka Romalı olan Publius Cornelius Tacitus, Roma İmparatorluğu’nun İS 14-96 arasındaki tarihini yazdı. Lüks içinde yaşayan Roma imparatorlarının yozlaşmış yaşamlarını eleştirerek, Roma halkını yücelten ince ve özgür ruhun kaybolmaya yüz tuttuğunu öne sürdü. Tacitus, Romalılar İS 43’te İngiltere’ye girdikten sonra yedi yıl süreyle burada Roma valisi olarak görev yapan Gnaeus Julius Agricola’nın yaşamını da kaleme alarak, İngiltere’nin o çağdaki durumuna ilişkin bilgilerin günümüze ulaşmasını sağladı. İS 4. ve 5. yüzyıllardaki Kavimler Göçü, Batı Avrupa’da Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla sonuçlandı. Belirsizlikler ve tehlikelerle dolu olan bu çağda Hıristiyan manastırları geçmişle ilgili çalışmalar için hemen hemen tek güvenli yerdi. Bu nedenle, ortaçağın başlangıcında yaşamış tarihçilerin büyük bir bölümü keşiştir. 7. ve 8 . yüzyıllarda yaşamış olan Aziz Bede’nin yazdığı Historia ecclesiastica gentis Anglorum (“İngiliz Halkının Kilise Tarihi”) adlı yapıtı ve gene manastırlarda oluşturulan bazı çalışmalar ortaçağ tarihçiliğinin önemli örnekleridir. Ama bu örneklerde dinsel kaygılar ya da siyasal amaçlar olayların çarpıtılmasına yol açarak, yazılanların doğruluğuna ilişkin kuşkular doğurmuştur.

    14. yüzyılda Fransız saray tarihçisi Jean Froissart, Chroniques ( “Tarih”) adlı yapıtında içinde yaşadığı feodal döneme ilişkin ayrıntılı bilgiler verdi. 14. yüzyıl Avrupa’da şövalyeliğin altın çağıdır. Froissart bu çağı renkli bir dille kaleme aldı. Yazdığı olaylara ilişkin bilgileri doğrudan o olayların içinde yer alan kişilerden derledi ve bu amaçla Fransa, İspanya ve İtalya’nın büyük bir bölümünü dolaştı. Bir süre İngiltere sarayında da bulundu.

Modern Yöntemler

15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da, yaşama ilişkin farklı bir bakış ortaya çıktı. (Bu gelişm e RÖNESANS sayfasında ayrıntılı bir biçim de anlatılmıştır.) Eski düşünce sistemini alt üst eden yeni gelişmeler yaşandı; bilim adamları Eski Yunan ve Roma ile ilgilenmeye ve bu uygarlıkları incelemeye başladılar; Avrupa’dan çok uzaklarda yeni topraklar keşfedildi. 1438’de bulunan matbaa düşüncelerin çok daha hızlı ve geniş bir alana yayılabilmesini sağladı. 16. ve 17. yüzyıllarda yaşanan din mücadeleleri ve İngiliz İç Savaşı (1642-51) gibi siyasal kavgalar insanların tarihe olan ilgilerinin artmasına, bu da geçmişe ilişkin birçok kitabın basılmasına yol açtı. Kendilerinden önceki yazarlara göre çok daha fazla bilgiyi edinebilen bu dönemin tarihçileri, topladıkları bilgilerin güvenilirliğini sınamak için daha büyük bir özen göstermeye başladılar. Edward Gibbon’ın 1788’de tamamladığı Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi (The History of The Decline and Fail of the Roman Empire) adlı yapıtı bu yeni yaklaşımın en ünlü örneklerinden biridir. Roma İmparatorluğu’nun İS 2. yüzyıldan Konstantinopolis’in (bugün İstanbul) Türkler’in eline geçtiği 1453’e kadar 13 yüzyıllık dönemini anlatan altı ciltlik bu dev yapıt 12 yılda yazıldı.

    1789 Fransız Devrimi’nden sonra krallık ve kilise arşivleri ulusal devletlerin denetimine geçti ve araştırmacıların bu arşivlerden yararlanmasına izin verildi. Demokrasi düşüncesinin yerleşmesiyle birlikte tarih yazıcılığı da özgürleşti. 19. yüzyılda tarih zorunlu bir ders olarak okullarda okutulmaya başlandı. Böylece tarih bilgisi geniş kitlelere ulaştı. Tarih yazıcılığı, bu iş için yetiştirilmiş ve eğitilmiş kişilerin, yani tarihçilerin işi oldu.

    Gene 19. yüzyılda, Berlin Üniversitesi çevresinde gelişen Alman Tarihçilik Okulu, kullandığı bilimsel yöntemlerle, ayrıntılı araştırmaya ve kanıtlara verdiği önemle tarih araştırmaları alanında önemli bir adımın atılmasını sağladı. Bu okuldan Leopold von Ranke (1795-1886) gibi bilim adamları modern tarihçiliğin tem ellerini attılar. Alman tarihçiliğinin deneye ve olgulara dayanan bilimsel yöntemleri öbür ülkelerde de kabul gördü ve yaygınlaştı.

    19. ve 20. yüzyıllarda tarih yazıcılığında başka gelişmeler de oldu. Özellikle eskiçağlara ilişkin yeni bilgiler edinildi. Bir yapıyı, hatta bütün bir kenti gün ışığına çıkaran arkeologlar kazı yaptıkları evler, kentler, mezarlar ve saraylardan bu çağlara ait yeni bilgiler edinilmesini sağladılar. Eski dönemlerden kalma yapılarda ev eşyaları, kap kacak ve takılar bulan arkeologlar bu çalışmalarıyla eski dillerin çözülebilmesine de yardımcı oldular. Arkeologların kazılar sonunda ortaya çıkardıkları yapıların, anıtların, kil tabletlerin ve papirüslerin üzerindeki yazıların çoğu bilim adamlarınca çözüldü. Günümüzde, çok eski dönemlerde yazılmış olan metinler bile okunabilmektedir.

    Tarih yazıcılığı önceleri büyük imparatorlukların geniş zaman dilimlerine yayılmış tarihiyle ilgilenirken, giderek uzmanlaştı, daha özel ve yerel olaylar ya da halklara ilişkin ayrıntılı çalışmalara yönelindi. Örneğin, küçük bir Fransız köyünün 13. yüzyıldaki yaşamı ya da ABD Başkanı John F. Kennedy’ye 1963’te yapılan suikast bugün ayrıntılı bir tarih çalışmasına konu olabilmektedir.

İslam Dünyasında Tarih

İslam öncesi dönemde Araplar arasında tarihle ilgili tek bilgi ilmü’l-ensab (soybilgisi) idi. İslamiyet’in ortaya çıkmasından sonra soyla övünme yasaklandıysa da, bu yolla gelen birikim den özellikle hadislerin doğruluğunun saptanmasında yararlanıldı. Hadis rivayet etmeye yetkili kişilerin yaşam öyküleri ve birbirleriyle ilişkileri ayrıntılı biçimde yazıldı. Bu bakım ­ dan ilk İslam tarihçileri hadis bilginlerinin (muhaddisler) arasından yetişti. İlk İslam tarihçileri aynca Hz. Muhammed’in yaşamı ve savaşları konusunda da ayrıntılı çalışmalar yaptılar. Bu alanda yapıt veren tarihçilerin en ünlüleri Urve bin Zübeyr (644-711), Münebbih (ölüm ü 732), Âsim bin Ömer (ölüm ü 739), İbn İshak (yaklaşık 704-767) ve İbn Hişam’dır (ölümü 834).

    Emeviler döneminde (661-750) yaygınlaşan çalışmalar Abbasiler döneminde (750-1258) çeşitlenerek sürdü. İslam dünyasının genişlemesine paralel olarak fetihlerin tarihi yazılmaya başlandı. Bu alandaki en önemli yapıtlar Vakidi’nin (747-823) Fütuhu’ş-Şam’ı, İbn Abdülhakem’in (ölümü 870) Fütuhu’l-Mısr ve’l-Magrib’i ve Belazuri’nin (ölüm ü 892) Fütuhü’l-Büldan’ıdır. Abbasiler döneminde ilk kez Yakubi (ölümü 897) başka kavimlerin ta­rihiyle de ilgilendi. Taberi (839-923) genel bir dünya tarihi yazdı. Aynca Şam, Bağdat, Halep, Kahire gibi önemli kentlerin aynntılı ta­rihleri yazıldı. Abbasiler döneminde İslam dünyasında yer alan öbür devletlerden Gazneliler’de Utbi, Fatımiler’de Mesudi (doğumu 9. yüzyıl-957), Zengiler’de Ebu Şame (1203- 68) gibi ünlü tarihçiler yetişti.

    İran’da İslam dininin yerleşmesine paralel olarak Farsça’nın değişikliğe uğraması ve edebiyat geleneğinin güçlü etkisiyle tarihçilik oldukça geç gelişti. Önemli ilk İranlı tarihçi Beyhaki’dir (996-1077). İran’da tarihçilik Büyük Selçuklular (1038-1157), İlhanlılar (1256- 1353) ve Timurlular (1370-1506) zamanında olgunluk dönemini yaşadı. Ravendi, Cüveyni, Reşideddin, Fazlullah, Şerefeddin Ali Yezdi, Mirhand gibi ünlü tarihçiler yetişti.

    Abbasiler’den sonra Arap tarih yazımı büyük ölçüde Memlûklar elinde gelişti. Memlûk tarihçileri gelenekselleşen türler yanında, “havadis” denen, olayları günü gününe yazma biçimini geliştirdiler. Tarihsel olayları edebi bir üslupla, fıkra ve öykülerle süsleyerek anlatma tarzı olan “muhadarat”a da katkıda bulundular.

    Anadolu Selçukluları’nda tarihçilik fazla gelişmemişti. 13. yüzyılda yetişen İbn Bibi, Kerimeddin Aksarayi gibi tarihçiler de İran etkisindeydiler, yapıtlarını da Farsça kaleme almışlardı. Halk arasında bütün canlılığıyla anlatılagelen Oğuz Kağan Destanı gibi tarihsel nitelikli öyküler ise ancak 14. yüzyılda yazıya geçirilmiştir.

    Osmanlılar’da da tarihçilik geç başlamıştır. Oysa öbür Anadolu Beylikleri’nde oldukça gelişkin bir tarih yazımı vardı. İlk Osmanlı tarihçisi sayılan Ahmedi (1334-1412) de Aydınoğullan ve Germiyanoğulları saraylarında bulunduktan sonra Osmanlılar’ın hizmetine girmiştir. 1390’da bitirdiği İskendername adlı yapıtının sonuna eklediği manzum Dâsitân-ı Tevarih-i Mülûk-ı Âl-i Osman ilk Osmanlı tarihidir. 14.-15. yüzyülarda yazılmış kısa açıklamalı takvim ler (kronolojiler), ünlü kişilerin yaşam öykülerini söylencelerle kanşık biçimde anlatan menakıbnameler ve savaşlan destansı tarzda betimleyen gazavatnameler Osmanlı tarihlerinin ilk kaynaklarını oluşturur. 15. yüzyılda kaleme alınan ve yazarı bilinen ya da anonim Osmanlı tarihlerinin tümü bu kaynaklara dayanır. Bu gelenek 15. yüzyıl sonunda Âşıkpaşazade’nin yazdığı Tevarih-i Âl-i Osman’la olgun bir düzeye ulaşmıştır. 16. yüzyıl tarihçiliğinde bu geleneğin izleri sürmekle birlikte, edebiyatta Farsça’nın ve Arapça’nın etkisi artmış, tarih yazımında da sanatlı düzyazı görülmeye başlanmıştır. Gelibolulu Mustafa Ali’nin Künhü’l-Ahbar’ı ile Hoca Sadeddin’in Tacü’t-Tevarih’i bu tür tarihlerin ilk örnekleridir. Gene 16. yüzyılda İran etkisiyle, şehnameci adı altında saray tarihçileri görevlendirildi. Ayrıca bir tek padişahın dönemini ele alan Selimname, Süleymanname gibi türler ortaya çıktı. 1663’te IV. Mehmed’in buyruğuyla dönemin tarihini yazma görevi verilen Abdurrahman Abdi Paşa vakanüvis tarzı tarihçiliği başlatmışsa da, vakanüvis sıfatını resmen kullanan ilk tarihçi Naima’dır. Vakanüvislik Raşid’le (1714-23 arasında görev yaptı) süreklilik kazanmış ve Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiştir. Son vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi’dir (1853-1925). Vakanüvislerin dışında kalan tarihçiler de ilgi alanlarına göre özel ve genel birçok yapıt kaleme almışlardır. Bu tarihçilerin en ünlüsü Kâtip Çelebi’dir.

    Tanzimat’tan sonra geleneksel tarihçilik sürerken eğitim deki yenileşmeye paralel olarak batı tarihçiliğindeki gelişmelerde, özellikle okul kitapları yoluyla etki göstermeye başlamıştır. Hatta bu etkiyle, ozamana kadar yıl yıl olayları sıralamanın ötesine geçmeyen vakanüvislik bile değişmeye başlamıştır. Bunun en belirgin örneği Cevdet Paşa’dır. Ayrıca milliyetçilik gibi akımlar tarihçiliği de etkilemiş, geçmişteki olaylar yeni bir gözle değerlendirilmiş, ulusallığa temel olabileceği düşünülenler öne çıkarılmaya çalışılmıştır. İslam öncesi Türk tarihinin varlığının keşfedilmesi de milliyetçiliğin tarih alanına yansımasının önemli sonuçlarından biri olmuştur. Batı tarihçiliğinin önemli yapıtları gene bu dönemde Türkçe’ye kazandırılmaya başlanmıştır. Böyle bir tarihçilik mirası devralan Cumhuriyet döneminde ulusal bir devlet ve toplum yaratma çabaları yeni tarih anlayışını da biçimlendirmiştir. 1931’de kurulan Türk Tarih Kurumu, Türk tarihini uygarlığın yaratıcısı sayılan Sümerlerle başlatan bir tarih tezini ortaya atmış, bu tez doğrultusunda Anadolu’nun eski uygarlıklarını tanımaya yönelik birçok çalışma yapılmıştır. Özellikle kazılar sonucunda elde edilen bulgularla Anadolu tarihinin bilinmeyen yönleri aydınlatılmıştır. Üniversitelerde yapılan tarih çalışmaları ise daha çok Türk tarihinin çeşitli dönemleri (İslam öncesi, Selçuklu, Osmanlı) üzerinde yoğunlaşmıştır. Siyasal tarih yanında toplumsal ve ekonomik yapıyı ele alan, devlet örgütlenmesini, kurumları inceleyen yapıtlar ortaya konmuştur. Cumhuriyet dönemi tarihçiliğini görüşleriyle en çok etkileyen kişi Fuad Köprülü olmuştur.