Türk Mimarlığı
Mimarlık Türkler’in en eskiçağlardan beri uğraştığı sanatlardan biridir. Ortaya konan yapılar çok geniş bir alana yayıldığından çeşitli yerel özellikler gösterirler. Bu mimarlık önce Orta Asya döneminin izlerini taşır. Yapılarda göçebe yaşam biçiminin, Şamanlık, Manicilik gibi inanışların etkileri görülür. Bunu İslam dininin benimsenmesinden sonra gelen ve tarımsal yerleşik yaşama biçimlerinin belirlediği dönem izler. Son olarak da batılılaşma ile Sanayi Devrimi’nin etkileri bu mimarlığı yönlendirmiştir. Türk devletleri kalıcı yönetimler kurabildikleri zaman mimarlıkları da gelişmiş, özgün üslup özellikleri taşıyan ileri bir sanat düzeyine çıkmıştır.
Orta ve İç Asya’da uzun süre göçebe ve yerleşik yaşam biçimlerini birlikte sürdüren Türkler’in yerleşim yerleriyle ilgili kalıntılar vardır. Bunlar surlarla çevrili kentlerdir. İçlerinde Manici, Budacı, bazen de Hıristiyan tapmak kalıntılarına rastlanır. Bu kentlerde yalın planlı, çoğunlukla kerpiçten ve bitişik düzende yapılmış konutlar, saraylar yer alır. Göktürkler zamanında Doğu Türkleri’nin daha çok göçebe yaşam biçimini seçtiği anlaşılmaktadır. Kentler kuran Türk boyları arasında Uygurlar vardır. Onlardan kalan yerleşim yerlerinde Budacı tapmaklar, kuleler, kubbe örtülü mezarlar bulunmuştur.
Karlukları’ı izleyen Karahanlılar İslam dinini benimseyen ilk Türk devletini kurmuşlardır. Mimarlıkta onların zamanında ortaya konan bazı ilkeler, daha ileride de örnek alındıkları için önem taşır. Karahanlılar cami, medrese gibi yapılar yapmış, Türkler’e özgü bir gelenek olan mezar yapımını yaşatarak bu yapı türünün kümbet ve türbe biçimlerinde sürmesini sağlamışlardır. Bu yapılar o zamandan bu yana yeni biçimlerin, yapımların ilk kez uygulanarak denendiği bir alan olmuştur. Asya’ya özgü bir yapı olan kule de onların elinde minareye dönüşmüştür.
Karahanlılar döneminin en önemli mimarlık ürünleri arasında “ribat” denen yapılar vardır. İslamlık ile birlikte ortaya çıkan ve İslam yurdunu koruma ve savunma amacı taşıyan ribatlar, sınırlarda kurulan küçük kalelerdir. Sınır ilerledikçe bu yapıların savunma ve saldırı amaçlı işlevleri kalmamış, bunun yerine konaklama işlevleri yüklenmişlerdir. Daha ileride hankâh, zaviye, kervansaray, han gibi adlarla sürecek olan bu yapı türü 9.-11. yüzyıllar arasında Türkler tarafından geliştirilerek kullanılmıştır. Saray, medrese, hastane gibi yapıları da etkilediği bilinen ribatlar birer hayır kurumu niteliği de taşıdıklarından, Türkler’de İslamlıksan önce de var olan toplumsal amaçlı yapılar yapma geleneğinin sürmesini sağlamışlardır. Bazı yazarlara göre çok ayaklı Arap camisinden eyvanlı İran camisine geçiş bu yapılar aracılığıyla olmuştur. Konaklama işlevli ribatların yapımı Gazneliler ile Selçuklular zamanında da sürmüştür.
Karahanlılar’ın önemli yapıları arasında Merv yakınlarındaki Talhatan Baba (11. yüzyıl) ile Dehistan Cuma (12. yüzyıl) camileri, Arap Ata (978), Ayşe Bibi türbeleri, Uzkent’ te bulunan üç türbe, Ribat-ı Melik, Ribat-ı Şerif (1114-15), Manakeldi (11. yüzyıl) ve Day(a) Hatun kervansarayları vardır.
Türk mimarlığında da konuta özgü biçimler öteki yapı türlerini etkilemiştir. Bazı yorumlara göre göçebe çadırı olan yurtların kubbe biçimindeki örtüsü daha sonraları taş yapılarda yinelenmektedir. Bir başka çadır biçimine de kümbetlerin sivri külahında rastlanır. Üstü düz çatı ya da beşik tonoz ile örtülü, bir yüzü açık, dikdörtgen bir niş olan eyvan, konutlarda kullanılmış yarı kapalı bir mekândır. Konuta özgü yapı öğeleri ile plan özellikleri geliştirilerek öteki yapılarda yinelenmiştir. Bu en açık biçimiyle saraylarda görülür. Gazneliler’in ortaya koyduğu yapılar günümüze ancak yıkıntı olarak gelebildiği için onlara ilişkin bilgiler sınırlıdır. Buluntular arasında saraylar da vardır. Özelliklerinden, bunların o dönemde önemsenen bir yapı türü olduğu anlaşılmaktadır. Gazneli mimarlığının ilginç yapılarından biri de anıtsal kulelerdir.
Gazneliler’in önemli yapıları arasında Leşger-i Bazar (11. yüzyıl), Gazne’de Sultan III. Mesud (1112) sarayları, Behram Şah ile III. Mesud’un zafer kuleleri, Leşger-i Bazar Ulucamisi, Büst Kalesi, Ribat-ı Mahi (ya da Çahe, 1019) gibi yapılar bulunmaktadır.
Karahanlılar ve Gazneliler tarafından temeli atılan mimarlık ilkeleri onları izleyen Selçuklular zamanında geliştirilmiştir. Eyvanlı camiler bu dönemde son biçimini almıştır. Bunlar dikdörtgen planlı bir avluyu çevreleyen revaklı duvarlardan oluşur. Avlunun dört yanında içe bakan yüksek eyvanlar vardır. Kıble yönündeki daha büyük tutularak ya da kubbe ile örtülerek belirginleştirilir. Caminin girişleri de büyük kapıları anımsatan öteki eyvanların içindedir.
Büyük Selçuklular zamanında da kervansarayların yapımı sürmüştür. Yüksek ve koni biçiminde külahlarla örtülmüş kümbetler yapılmıştır. Ayrıca kubbe örtülü, daha basıkça türbeler de vardır. Ama bu dönemde Türkler tarafından geliştirilen en önemli yapı medrese olmuştur. Daha önce genel olarak camilerde yapıldığı anlaşılan eğitimin giderek kendine özgü yapılara taşınması Selçuklular zamanındadır. Bu yapılarda hem din, hem devlet işlerine ilişkin bilgiler öğretilmiştir. Onlar da dikdörtgen bir avlu çevresine dizilmiş odalardan oluşurlar; yüksek eyvanlar bu avluya bakar. Bir ribat gibi kalın dış duvarları vardır. Selçuklular yapılarında benzersiz bir tuğla işçiliğine ulaşmışlar, yapı öğelerini ince süslemelerle donatmışlardır.
Büyük Selçuklular’dan kalan önemli yapılar arasında İsfahan (1121), Zevvare (1135) ve Ardistan (1160) kentlerindeki büyük camiler, Sultan Sencer Türbesi (1157), Yusuf bin Kuthayir ile Mümine Hatun kümbetleri, Bağdat (1067), İsfahan, Rey, Merv, Belh, H erat, Hargird ve Tus kentlerindeki medreseler sayılabilir.
Türkler konut, saray, cami, çarşı, medrese, türbe gibi yapıların yanı sıra savunma amaçlı surlar, hisar ve kaleler, köprüler, bentler, su toplamaya yarayan havuz ve sarnıçlar, depo, hamam gibi işlevleri karşılayacak yapılar da yapmışlardır. Nereye giderlerse gitsinler, yapı geleneklerini de birlikte götürmüşler, yerel etkilerle yeni bireşimler yaratmışlardır.
Bunlardan biri Hindistan’dadır. Türkler eskiçağlardan beri bu ülkeye giderek orada devletler kurmuşlardır. Bunların en tanınmışı Hint-Türk İmparatorluğu’dur. Minareleri yivli camiler, büyük ve süslü saraylar ortaya koyan bu imparatorluk mimarlığının doruğu bir mezar yapısıdır. Şah Cihan’ın eşi Begüm Mümtaz Mahal için yaptırdığı Tac Mahal (1650) adlı türbe, beyaz mermerin belirlediği dış görünüşü, soğan başı biçimli kubbesi, yerleşim planı, köşelerini vurgulayan minareleri, havuzlu bahçesi, ince işçiliği ve süslemeleriyle gerçek bir başyapıttır.
İmparatorluğun yarattığı mimarlığın öteki yapıtları arasında Hümayun Türbesi (1356), Agra’da İtimadü’d-Devle Türbesi (1630), Fethpur Sileri Camisi (1574) ve Agra Camisi (1648) bulunmaktadır.
Türkler İslam dinini benimsedikten sonra Yakındoğu ülkelerine gelmişler, buralarda da devletler kurmuşlardır. Mısır’da önce Tolunoğulları daha sonra da Memlûklar (Kölemenler) geleneksel yapı işlevlerini anıtsal boyutlara çıkarmalarıyla tanınırlar. Bu yapıların örtüsü yüksek kasnaklar üstüne kurulan sivri ya da yumurta biçimli kubbedir. Camiler çok ayaklı Arap camilerinin, medreseler de Selçuklu-İran eyvanlı medreselerinin devamıdır.
Bu dönemin önemli yapıları arasında Eski Kahire’de (Fustat’da) Tolunoğlu (876-79) ve Baybars (1266) camileri ile gene Kahire’de Kalavun (1285), Sultan Haşan (1356-62) ve Kayıtbay (1474) medreseleri vardır.
Yakındoğu ülkeleri 13. yüzyılda Moğol saldırılarına uğramış, yerel egemenlikler son bulmuş, kentler yakılıp yıkılmıştır. Bu sarsıntının geçmesinden sonra kurulan devletlerden biri Timurlular’dır. Timurlular da savaş amacıyla gittikleri yerlerde yıkıcılıklarıyla ünlenmelerine karşın, kendi ülkelerinde örnek bayındırlık çalışmaları yapmışlardır. Gerek taşıyıcıları (dilimli, soğan başlı kubbeler), gerekse süslemeleri (sırlı tuğla kaplama) açısından öne çıkan yapılar arasında camiler, medreseler ve türbeler vardır. Genel olarak Selçuklular döneminde ortaya konan ilkeler sürdürülmüş, ayrıntılarda çeşitlemelere gidilmiştir.
Timurlular’ın önemli yapıları arasında Şah Zinde Türbeleri adlı yapılar topluluğu (14.- 15. yüzyıl), Timur’un Semerkant’taki, Gûr-i Emir adıyla bilinen türbesi (1405), Uluğ Bey, Tilkari ve Şir-Dar medreseleri ile bir çarşıdan oluşan Semerkant Registanı (1417) adlı yapılar topluluğu gösterilebilir.
Batıya doğru yolculuklarını sürdüren Türkler’in son durağı Anadolu olmuştur. Malazgirt Savaşı’ndan sonra Selçuklu boylan Anadolu’ya yerleşmeye başlamıştır. Önce onlar, daha sonra da Osmanlılar Türk mimarlığının en başarılı bireşimini burada gerçekleştirmiş, dünya mimarlığı içinde önemli yeri olan başyapıtlar ortaya koymuşlardır.
Anadolu Selçuklularının mimarlığını yönlendiren iki etken vardır: İslamlık ilke ve kurumlan ile Anadolu’nun Türkleştirilmesi çalışmaları. Bu nedenle dinsel tarikatlara hizmet edenlerle eğitim yapıları önem kazanmıştır. Türkler’e özgü bir yapı türü olan mezarların yapımı da sürmüştür. Daha sıcak Türkistan-İran iklim koşullarına uygun cami ya da medreseler başta ilk biçimlerine göre yapılırken, açık avlu giderek küçülmüş, sonunda yerini kapalı biçimlere bırakmıştır. Buna paralel olarak Orta Asya konutlarından türetildiği düşünülen kapalı medreseler, Arap geleneğini sürdüren çok ayaklı camiler de yapılmıştır. Yapıların içinde fenerli bir kubbenin örttüğü şadırvan, eski avluyu anımsatan simgesel bir öğe olmuştur. Onların en çok önemseyerek anıtsal düzeye çıkardıkları yapı türü ise kervansaraydır. Selçuklu sultanlarının korumacılığı altında yapılan bu konaklama yapıları, Anadolu Selçukluları’nın sağladığı güvenlik ortamını simgeleyen anıtsal yapılar olarak tasarlanmışlardır.
Anadolu Selçukluları Orta Asya’nın bozkır sanatından, Sasani ve Gazneli sanatlarından aldıkları öğeleri Yakındoğu ile Anadolu’da buldukları yüksek düzeyli işçilikle birleştirerek benzersiz bir süsleme sanatı yaratmışlardır. Anadolu Selçuklu mimarlığında iki yapı öğesi önemsenerek öne çıkarılmıştır: Eyvan ve taç kapı. Eyvan yarı kapalı bir mekân öğesi olarak cami, medrese, zaviye ve konutlarda kullanılmıştır. Büyük bir olasılıkla onun bir türevi olan taç kapı ise bir yapının dış yüzündeki en belirgin öğedir. Zaman zaman yapı yüksekliğini aşan boyutlardaki bu girişler süslemelerle donatılmıştır.
Anadolu Selçuklularının önemli yapıları arasında mimarı Ahlatlı Hürrem Şah olan Divriği Ulucamisi ve Darüşşifası (1226-29), Konya (1116-1237) ile Niğde (1123) Alaeddin camileri, Kayseri’de Huand Hatun Camisi ve Külliyesi (1238), Sivas (1193) ve Kayseri (1162) ulucamileri, Ahlat’da Erzen Hatun Kümbeti (1222), Amasya'da Halifet Gazi Türbesi (1232), Kayseri’de Döner Kümbet (1279), Ahlat’ta Ulu Kümbet (1273), Erzurum ’da Çifte Minareli (1253), Tokat (1265) ve Sivas’ta (1271) Gök Medrese, Konya’da İnce Minareli (1260-65) ve Karatay (1251) m edreseleri, Konya-Aksaray (1229), Kayseri-Sivas (1231-36) yolları üstündeki Sultan hanları, Antalya’da Alara Han (1231), Evdir Han (1215), Şarapsa Han (1236-46), Karatay Hanı (1240), Çayhan (1278), Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun ve Sivas’taki 1. Keykâvus (1217) darüşşifaları sayılabilir.
Anadolu Selçuklularını Beylikler dönemi izler. Bu dönemde tek kubbeli cami gibi bazı gelişmeler görülürse de mimarlığa yerel etkilerin ağır bastığı bir çoğulculuk egemendir. Bu durum Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarında da sürmüştür. Ancak Anadolu birliği sağlandıktan sonra bütünlük gösteren bir mimarlıktan söz edilebilir.
Beylikler döneminin önemli yapıları arasında Kastam onu'da İbn Neccar Camisi (1353), Manisa Ulucamisi (1366), Selçuk’ta İsa Bey Camisi (1375) vardır.
Osmanlı mimarlığındaki en önemli gelişme camilerin tek kubbeyle örtülmesidir. Bir süre, camiler yüklendikleri başka işlevler gereği, zaviyeli cami adı verilen ters-T planlı bir düzenlemeyle yapılmış, daha sonra tüm iç mekânı tek bir örtü altına almayı amaçlayan tek kubbeli camilere yönelinmiştir. Bu yapı değişikliğine yol açan çeşitli etkenler vardır. Bunlardan biri daha eskiden de küçük camilerde tek kubbenin kullanılmasıdır. Bir başkası Osmanlı mimarlarının Bizans yapılarından, özellikle de Ayasofya’dan etkilenmeleridir. Büyük yapı işlerine girişebilecek düzeye ulaşmaları da onların bu sorunu ele almalarını sağlamış olabilir. Osmanlı-Türk mimarlığı bu yaklaşımıyla bütün öteki Türk ve İslam mimarlıklarından farklı bir bireşim yaratmış, onu da bütün çeşitlemeleriyle yetkin bir biçimde kullanmıştır.
Klasik Osmanlı üslubu merkezdeki kubbenin önce mihrap yönünde, sonra da hem giriş, hem mihrap yönünde yarım kubbelerle desteklenmesiyle başlar. Bunu dört yana da yarım kubbeler ekleme izler. Kubbe dört, altı ya da sekiz ayak üstüne oturur. Klasik dönemin en büyük adı Mimar Sinan’ın bile zaman zaman bunların birinden birini denediği, en iyi çözümü araştırdığı gözlenmektedir. Başyapıtı Selimiye’de (1575) ise çapı 31 metreyi geçen kubbe sekiz ayak üstüne oturtulmuştur. Selimiye, kubbenin hem iç, hem dış mimarlığa egemen kılındığı az sayıdaki anıtsal yapı örneklerinden biri olması nedeniyle ilginç bir yapıttır.
Osmanlılar da medrese, sıbyan okulu, kütüphane, kervansaray, han, özellikle kent içi hanı, hamam, çarşı ve bedesten, bimarhane, darüşşifa, tabhane, imaret (ya da aşevi) gibi öteki yapı türlerini de uygulamışlardır. Su ile ilgili yapılara da önem verilmiştir. Köprü, bent, suyolu gibi mühendislik yapıları yanında çeşme, sebil, şadırvan gibi yapılar ortaya konmuştur. Bu sonuncular Osmanlı-Türk barok ve rokokosu adı verilen ve batı mimarlığından etkiler taşıyan süsleme ağırlıklı üslubun benimsenip yaygınlaşmasına yardımcı olmuşlardır. Mezar yapısı yapma geleneği türbelerle sürdürülmüştür. Külliyeler hayır amaçlı toplumsal hizmet merkezleri olmuştur.
Osmanlı-Türk mimarlığının anıtsal camilerden sonra yaratmış olduğu en önemli yapı türü konuttur. “Türk evi” olarak da bilinen bu yapılar Anadolu’da ve Balkanlar’da yer alır. Kendine özgü modüler plan çeşitlemeleri olan, ahşap yapım yöntemlerini kullanan, alt katlarda kapalıyken üstte cumbalarla, pencerelerle açılan, kafes gibi çevre denetleyici öğeleri, yerli dolap gibi iç donanımları bulunan konutlar, özenli işçilik ve süslemeleriyle en az Japon evleri kadar özgün yapılardır. Kırsal yaşama biçiminin sonucu olan bu evler kentlere de uyarlanmış, konak, köşk, kasır, yalı, saray gibi daha gelişmiş türlerin temeli olmuştur.
Osmanlı Devleti gücünü yitirmeye başlayınca başta askerlik olmak üzere çeşitli alanlarda Avrupa ülkelerinin uyguladığı yöntemler benimsenmeye başlanmıştır. “Batılılaşma” olarak adlandırılan bu süreç mimarlığı da etkilemiştir. Özellikle 19. yüzyılda, Osmanlı uyruklu olan ve bir bölümü dışarıda eğitim görmüş Ermeni kökenli mimarlar ile doğrudan dışarıdan getirtilen yabancı mimarlar mimarlık ortamına egemen olmuşlardır. Bu dönemde yapılan büyük kışlalar, okullar, köşkler, konaklar, saraylar bu mimarlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Onların Avrupa’da moda olan biçimleri bazen bilinçsizce aktarmaları ya da kendilerine özgü bir İslam mimarlığı yorumuna yönelmeleri mimarlıkta bazı uyumsuzluklara ve bozulmalara yol açmıştır. Yüzyılın sonlarında süslemeci Art Nouveau (Yeni Sanat) üslubunun etkileri de bunlara katılmıştır.
Osmanlı mimarlığının ürettiği önemli yapılar arasında Bursa’da Yıldırım Camisi (1395), Yeşil Cami (1419), Edirne’de Eski Cami (1404-14), Üç Şerefeli Cami (1437-47), İstanbul’da mimarı Hayreddin Ağa olan II. Bayezid Camisi (1505), Mimar Sinan’ın yapıtlarından İstanbul’da Şehzade Camisi (1547), Sinan Paşa Camisi (1556), Süleymaniye Külliyesi (1557) sayılabilir. Sedefkâr Mehmed Ağa Sultan Ahmed Camisi’ni (1616) yapmıştır. Davud Ağa’nın başladığı Yeni Cami’yi (1598- 1674) Mustafa Ağa bitirmiştir. İstanbul’daki Nuru Osmaniye (1755) ile Nusretiye (1826) camileri gibi yapılar Osmanlı-Türk barok üslubuna örnektirler. İstanbul Aksaray’daki Valide Sultan Camisi (1871), Cihangir Camisi ve daha sonra yıkılan Karaköy Camisi 19. yüzyıl yapılarıdır.
Osmanlılar tarafından yapılan öteki önemli yapılar arasında İstanbul’daki Anadolu (1395) ve Rumeli (1452) hisarları anılabilir. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1470’lerde yapımına başlandıktan sonra 19. yüzyıla kadar kullanılan Topkapı Sarayı’nda çeşitli dönemlerde yapılmış köşkler vardır. Safranbolu, Kula gibi kentler ise Türk evinden örneklerin günümüze kaldığı yerlerdir. 19. yüzyılda yapılan Dolmabahçe (1853) ve Çırağan (1871) sarayları, Kuleli Kışlası (1871), Maçka Silahhanesi (1862) ve Taşkışla (1860) Ermeni kökenli Balyan Ailesi’nden gelen mimarlar tarafından yapılmış yapılardır.
19. yüzyıl yeni işlevlerin ortaya çıktığı bir dönemdir. Postane, tren istasyonu, vapur iskelesi gibi iletişim ve ulaşım yapılan, fabrika gibi üretim yapıları bu dönemde Türk mimarlığına girmiştir. İşhanları, pasajlar ortaya çıkmış, eğitim, sağlık, alışveriş gibi geleneksel işlevler değişime uğramıştır. Bunlara demir, çelik, çimento, beton, betonarme, cam, alüminyum gibi sanayi yöntemleriyle üretilen çağdaş yapı gereçleri, onları kullanan yeni yapım yöntemleri katılmıştır. Bütün bunlar mimarlık alanında yeni yaklaşımlar gerektirmiştir. Türkiye’de çağdaş anlamda mimarlık eğitimi 1883’te kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (daha sonra Güzel Sanatlar Akadem isi, bugün M imar Sinan Üniversitesi) verilmeye başlanmıştır. Bu okulu bitiren mimarlar hem yabancı mimarların etkisine karşı duracak, hem de yeni mimarlık işlevlerini çözecek düşünceler bulmak zorunda kalmışlardır.
20. yüzyıl başında Türk mimarlığı “Birinci Ulusal Mimarlık Akımı” adı verilen bir yaklaşımın içinde görülür. Bu akıma bağlı mimarlar klasik Osmanlı mimarlığının yarattığı biçimleri yeni işlevlerde uygulamaya çalışarak ulusal bir mimarlık yaratmayı amaçlamışlardır. İstasyon, işhanı, okul, otel gibi yapılarda kemerli pencereler, kubbeler, geniş saçaklar, bakışık düzenlemeler, süsleme öğeleri gibi işlevden, yapımdan ya da yapı gereçlerinden kaynaklanmayan biçimler kullanılmıştır. Batı mimarlık akımlarından ve Ziya Gökalp’in Türkçülük düşüncelerinden etkilenen bu mimarlık anlayışı, seçmeci yaklaşımına karşın düşünsel temellere dayandırılan ilk Türk mimarlık akımı olması nedeniyle önem taşır.
19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında yapılan Sirkeci (1890) ile Haydarpaşa (1906-09) garları Alman mimarlar tarafından tasarlanmıştır. Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi (1903, daha sonraki Haydarpaşa Lisesi, bugün Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi) İtalyan kökenli Alexandre Valaury ile Raimondo d’Aronco’nun yapıtıdır. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı mimarlarından Kemaleddin Bey İstanbul’da 4. Vakıf Hanı’nı, Harikzedegân Evleri’ ni (daha sonra Türk Hava Kurumu Teyyare Apartm anları, bugün Ramada Oteli), Bostancı ve Bebek camilerini, Ankara’da da Gazi Eğitim Enstitüsü’nü (1926, bugün Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi); Vedat (Tek) Bey İstanbul’da Büyük Postane’yi, Ankara’da Halk Fırkası Kulübü’nü (1922; 1924’ten sonra İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1960’tan sonra CENTO Merkezi, 1981’den sonra Cumhuriyet Müzesi), Ankara Palas Oteli’ni (1926; bugün Devlet Konukevi); Mimar Arif Hikmet (Koyunoğlu) Bey de Ankara’daki E tnografya Müzesi (1925-28) ile Türkocakları Genel Merkezi’ni (1924-30; sonra Ankara Halkevi, daha sonra Üçüncü Tiyatro, bugün Devlet Resim ve Heykel Müzesi) yapmışlardır.
Cumhuriyetin kurulması mimarlık çalışmalarını da etkilemiştir. Osmanlı Devleti’ni anımsatacak bir mimarlık yaklaşımı olduğu için Birinci Ulusal Mimarlık anlayışı gözden düşmüş, bir süre sonra da yerini akılcı-işlevci mimarlık düşüncelerine bırakmıştır. Bunların özelliği yapıların biçimlendirilmesinde işlevlere öncelik vermek, yalın, akılcı ve ekonomik bir mimarlık yaratmaktır. Cumhuriyet döneminde çağdaş yapı gereçleri hızla yayılmış, yeni makineler kullanan yapım yöntemleri uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığı bir yapı üretimi ve bayındırlık çalışmasına sahne olmuştur. Tuğla, betonarme gibi gereçler, düz çatı, geniş pencere, çok katlı yüksek yapı gibi biçimler ve iskelet yapım yöntemleri mimarlığın dış görünüşünü değiştirmiştir. Zaman zaman II. Dünya Savaşı sırasında kendini gösteren “İkinci Ulusal Mimarlık Akımı” gibi seçmeci, tarihsel yinelemeci düşünceler çıkmışsa da, bunlar yerlerini bir süre sonra daha geçerli evrensel ilkelere bırakmışlardır.
Cumhuriyet döneminde de önemli yapılar üretilmiştir. İlk dönemde ağırlık verilen yönetim yapılarını eğitim ve sağlık yapıları izlemiştir. Çok sayıda üretim, ulaşım, iletişim yapısı üretilmiştir, bu günümüzde de sürmektedir. Geleneksel mimarlığın bilmediği spor, kültür, eğlence, dinlence yapıları onlara katılmaktadır. Değişen çalışma ve alışveriş gereksinmeleri yeni yapı türleri getirmiştir. Dinsel yapılara mimarlık açısından verilen önem azalmış, yeni biçimlerin araştırılmasından çok Osmanlı klasik mimarlığına öykünen kalıplaşmış tip cami tasarımlarının uygulanması yeğlenmiştir. Önemli bir mimarlık konusu olan konut yapımı, kırsal kesimde olduğu gibi kentlerde de kendi evini kendi yapanlar (gecekonducular) ya da yap-satçılar elinde olduğundan çoğunluk niteliksiz yapılardan oluşmaktadır. Mimarların etkili olabildiği yerlerde ise başarılı uygulamalara rastlanmaktadır. Çağdaş yaşam medrese, kervansaray gibi bazı geleneksel yapılan tümüyle ortadan kaldırmış, buna karşılık en önemli örneği cumhuriyetin kurucusu Atatürk için yapılan Anıtkabir’de görüldüğü gibi, anıtmezar yapma geleneği bu dönemde de sürmüştür. Tasarımı Emin Onat ile Orhan Arda tarafından yapılan Anıtkabir (1941-53), Türk mimarlığıyla daha eski Anadolu yapı sanatı biçimlerini çağdaş bir uygulamada kaynaştırmaya çalışan önemli bir yapıttır.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra üretilen yapılar arasında Şevki Balmumcu’nun Ankara’daki Sergievi (1933-34). Seyfi Arkan’nın gene aynı yerdeki Belediyeler (bugünkü İller) Bankası (1936-37) vardır. İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri (1944), Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi (1943) Emin Onat ile Sedat Hakkı Eldem tarafından tasarlanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında çağrılı olarak Türkiye’ye gelen ve eğitim görevleri de yüklenen yabancı mimarlardan Clemens Holzmeister Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü (1930-32), Bakanlıklar Sitesi’ni (1930-35), Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (1938-60); Ernst Egli (1893-1974) Musiki Muallim Mektebi’ni (1928; sonra Devlet Konservatuvarı), İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nü (1930; bugün Zübeyde Hanım Kız Teknik Okulu), Bruno Taut (1880-1938) da gene Ankara’daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni (1937) yapmışlardır.
Daha sonraki dönemlerde yapılan yapılar arasında Altuğ ve Behruz Çinici’nin Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kampusu ile içindeki yapılar (1960-70), Doğan Tekeli ve Sami Sisa’nın İstanbul’daki Manifaturacılar Çarşısı (1966), Turgut Cansever ile Ertur Yener’in Ankara’daki Türk Tarih Kurumu (1967), Aydın Boysan’ın Karamürsel’deki İpek Kâğıt Fabrikası (1970), Sedat Hakkı Eldem’in İstanbul’da Zeyrek’teki Sosyal Sigortalar Kurumu (1972), Cengiz Bektaş’ın Ankara’daki Türk Dil Kurumu (1978), Hayati Tabanlıoğlu’nun İstanbul Yeşilköy’deki Atatürk H avalimanı Uluslararası Terminali (1983), Ragıp Buluç’un Ankara'daki Atakule çarşı, seyir kulesi ve döner lokantası (1989) sayılabilir. Türk mimarları yurtdışında da yarışmalar kazanmış, yapılar yapmışlardır. Bunların önemlilerinden biri tasarımı Vedat Dalokay tarafından yapılan Pakistan’daki Islamabat Kral Faysal Camisi’dir.
Günümüz Türk mimarlığının ortak üslup özellikleri taşımayan bir görünümü vardır. Hatta belli bir kargaşa içinde olduğu bile söylenebilir. Ama bu çağdaş toplumlara özgü çoğulculuğun doğal sonucudur. Günümüzün mimarlığı biçimsel birörnekliği aramaktan çok, her yapıyı kendine özgü çözümler gerektiren bir sorunlar kümesi olarak görmek eğilimindedir. Çağdaş Türk mimarlığının altından kalkması gereken daha büyük boyutlu sorunları da vardır. Hızlı nüfus artışı, serbest piyasa ekonomisi, siyasal ödünler gibi etkenler sağlıksız kentleşmeye, çirkin yapılaşmaya, çevre kirlenmesine yol açmıştır. Kentlerin tarihsel dokusu, suları, yeşil alanları, kültür varlıkları yok edilmektedir.
Örnekleri bugün çeşitli ülkelerin sınırları içinde kaldığından Türk mimarlığını dar bir alanda bütünlüğüyle algılama olanağı yoktur. Ama zaman ve yer içindeki bu dağılmışlık, yayılmışlık yanıltıcıdır, çünkü bu mimarlığın bir bütünlüğü, sürekliliği vardır. Onu ilkel yapı sanatlarıyla karşılaştırmak, bulundukları ülkelerin ya da İslam kültürünün değişik ortamlardaki yaratıları içinde görmek doğru değildir. Özellikle Osmanlı Devleti döneminde bu mimarlık İslam yapı sanatına yeni bir yorum getirdiği gibi onun dışındaki başka mimarlıkları da etkileyecek düzeye ulaşmıştır. Bunun en belirgin örneği kubbenin içte mekânları, dışta da kütleleri belirleyici bir yapı öğesi durumuna getirilmesidir. Osmanlı-Türk mimarlığı geleneksel yapıda geniş açıklıkların geçilebilmesini sağlayan kubbeyi en önemli biçim öğesi durumuna getirmiş, bu düşünceyi klasik dönemden sonra da kubbelerin kasnak üstünde yükseltilmesi türünden çeşitlemeler dışında büyük değişiklik yapmadan uygulamıştır.
Türk mimarlığı yığma yapım yöntemlerini, geleneksel yapı gereçleri olan taşı, tuğlayı, ahşabı büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Bu başarıyı yalnız anıtsal mimarlık yapıtlarında değil, köprü, suyolu, savunma yapısı gibi mühendislik yapılarında da göstermiştir. Kare planlı bir alt yapıdan daire planlı kubbe örtüye geçerken açık kalan köşeleri kapamaya yarayan belli başlı üç geçiş öğesinden birini, Türk üçgenlerini, adının da gösterdiği gibi Türk yapı sanatçıları bulmuş ve uygulamışlardır. Bugün de çağdaş yapım yöntemleri, çağdaş yapı gereçleri başarıyla kullanılmaktadır. Bu mimarlığın gelişmemiş bir yanı kuramsal çalışmaların yok denecek kadar az olmasıdır. 20. yüzyıla gelinceye kadar mimarlar, mimarlığın ne olduğunu, ne olması gerektiğini eleştirel bir biçimde tartışan yapıtlar ortaya koymamışlar, yapılan işleri belirten kitaplar yazmakla yetinmişlerdir. Cumhuriyetin kurulması ve A tatürk’ün önderliğinde başlayan yenileşme hareketleri bu sorunun çözülmesine de katkıda bulunmuştur. Yeni Türk alfabesinin benimsenmesi, eğitim seferberliği türünden girişimler bu alanda da kitapların yazılmasına, geleneksel Türk mimarlığının tanımadığı bir iletişim biçimi olan uğraşı dergilerinin yayınlanması gibi girişimlere yol açmıştır. Türk mimarlığı, günümüze kalan örneklerinin de gösterdiği gibi, yetkin bir sanat, saygın bir uğraş olmuştur. Bu uğraş günümüzde de, ulusal ve evrensel değerleri göz önünde tutarak yeni bir anlayış içinde ürün vermeyi sürdürmektedir.